Üniversiteli BLOG'a Destek

13 Ocak 2011 Perşembe

Endülüs korkusu, Selçuklu rüyası-I


Ahmet Özcan 
 12 Ocak 2011 

"düşüncenin her korkudan azad olduğu bir ülke
bir ülke ki insanları dimdik,
dünya duvarlarla bölünmemiş,
kelimeler gönlün derinliklerinden fışkırır,
emek kemale uzatır kollarını,
aklın ırmağı alışkanlıkların karanlık çölünde kuruyup gitmemiş,
ne olurdu tanrım!

Benim yurdum da böyle bir ülke olsa!"
 

Tagore 

1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp’ı (Libya) işgal eder. Osmanlı Devleti, Meşrutiyet Devrimi’yle büyük bir atılım yapmıştır ama İngiltere bu anayasal değişimin ve ‘Birlik-Hürriyet-Adalet’ şiarının Mısır ve Hindistan halklarına ‘kötü örnek’ olmasından korktuğu için, Rusya ise Osmanlı’nın özellikle Balkanlarda yeniden toparlanmasını istemediği için bu devrimi boğacak her çareye başvurmaktadır. Tecrübesiz İttihat Terakki kadrolarının karşısına her tür etnik, dini, ekonomik ve siyasi sorun çıkartılmaktadır. Devlet, İtalya’ya dur diyecek halde değildir. Yaşlı paşalar, ‘Ver, kurtul!’ psikolojisi ile Kuzey Afrika’yı çoktan gözden çıkartmıştır. 

Tam bu ortamda, İstanbul Beşiktaş’ta Enver Bey’in evinde bir toplantı yapılır. Sonradan İmparatorluğun son direniş hattını yönetecek olan bu genç kadrolar, İtalya’ya karşı direnmek gerektiği konusunda fikir birliğine varırlar. Enver, Talat, Mustafa Kemal, Ali Fuat, Rauf, Ömer Naci, Ömer Fevzi, Kuşçubaşı Eşref… Daha bir çokları gizlice Trablusgarp’a giderek yerel güçleri örgütleyecek ve direniş başlatacaklardır. Plan, Osmanlı Genelkurmayı’na iletilir ve genç subaylar firari gösterilerek Osmanlı’nın resmi tutumuna halel gelmemesi sağlanır. Böylece devlet; Düveli Muazzama’yı daha fazla kızdırmayacak, el altından direnişi destekleyebilecektir. Hazırlıklar yapılır ve bir avuç genç idealist, çeşitli kılıklarla farklı yollardan Trablusgarp’a intikal ederler. Tanin Gazetesi muharriri Mustafa Şerif sahte kimliğiyle giden Mustafa Kemal, Mısır’dayken çocukluk arkadaşı Salih Bozok’a yazdığı mektupta şöyle der: 

“ Değerli kardeşim...Bilirsin, Trablusgarp meselesi ortaya çıktığından beri oraya gitme teşebbüsünden geri durulmadı. Bir defa Şam vapurunda üç gün kaldıktan sonra döndürüldük. Ondan sonra Tunus veya Mısır yoluyla gitmeye teşebbüs ettik… 

Bu defa Ömer Naci ve daha iki kişi ile Mısır üzerinden hedefe yürümek üzere İstanbul’dan hareket olundu. 

Harbiye Nazırı da ister istemez eşlik etti. Lüzum ve fayda görürsem bazı arkadaşları isteyeceğim. Şimdilik temin edilecek noktalar var. Benim nerede olduğumu duyurmayın. Daha bir müddet için validemi dahi haberdar etmeyin. Ara sıra benim tarafımdan İstanbul’dan mektup gönderin… 

... Arkadaşlar ne alemdedir? Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan ziyade gayret ve fedakarlık elzemdir. Endülüs tarihinin son sayfalarını okuyunuz... Allah’a ısmarladık.” 

Şerif (Mustafa Kemal), İskenderiye 4 Ekim 1911 

Mektubun sonundaki satır, bu genç subayların Trablusgarp’a gitme ısrarının nedenini çok güzel özetler aslında. Daha doğrusu, 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı)’nden sonra Osmanlı Devleti’nin içine girdiği psikolojinin özüdür bu; “Sonumuz Endülüs gibi olmasın!…” 

Bilindiği gibi 711-1492 yılları arasında tam 781 yıl İslam egemenliğinde kalan ispanya’da Hıristiyanların katliam ve sürgünleri sonucu Müslüman nüfus tasfiye edilmiş, 1614 yılına gelindiğinde neredeyse bütün Müslümanlar ispanya’dan kovulmuş durumdaydı. Bu kanlı dinsel nefret, haçlı seferleri gibi işgal deneyimlerinden sonuç alamayan Avrupa barbarlığının ulaşabileceği zirve noktasını bütün Müslüman zihinlere kazımıştı. 

Sultan Hamit ve ona karşı mücadele eden İttihatçı kadrolar, aynı kaygıyı paylaşarak, işte bu yıkılıyoruz psikolojisini, Endülüs gibi olacağız korkusuyla tarif etmişler ve bütün güçleriyle bu felaketi engellemeye çalışmışlardı. Balkanlardaki toprak kayıplarını bir dereceye kadar zorunlu küçülme olarak karşılayan bu akıl, Ermeni hadiselerinin giderek artması ve Osmanlı Bankası baskını ile Payitaht’a kadar sıçraması üzerine, tehlikenin yenilgi ve küçülme değil, tamamen yok olma; yani Müslümanların Anadolu’dan ebediyen sökülüp atılması boyutunda bir tehlike olduğu tespitini yapmışlardı. 93 Harbi’nden sonra Endülüs konulu onlarca kitap yayınlanmış, yine devletlerin insanlar gibi doğup büyüyüp ölen organik varlıklar olduğunu anlatan İbn Haldun’un Mukaddime adlı eseri çok okunan kitaplardan olmuştu. Osmanlı’nın son akil kadroları, bu korku ve kaçınılmaz son duygusuyla büyümüş, bütün gayretleriyle bu kaderi yenmek için direnişe geçmişti. 

Birinci Dünya Savaşı’na girme isteği, savaşın ortasında Mısır’a Kanal Seferi ve sonrasında Suriye-Lübnan-Kudüs’te Yahudi, Hıristiyan ve Milliyetçi Araplara Cemal Paşa’nın uyguladığı tehcir politikası, ‘Eğer Anadolu’dan sökülürsek bu bölgeleri yurt ediniriz.’ anlayışının gizli hazırlığıdır aynı zamanda. Savaş’tan sonra Enver Paşa’nın arkadaşları ile Berlin’e giderken kaçıp Kafkasya ve sonra Türkistan’da yeni bir hareket başlatma çabası da son tahlilde aynı anlayışa dayanır. Yani son sığınak olarak Müslümanlara Türkistan’da özgür bir yurt hazırlamak… Yine Ermenilerin Batı’nın bölgedeki müttefiki olacağı ve Müslüman unsurların parça parça sürülerek bölgeden temizleneceğine dair bu inanç, tehcir -ve sonra mübadele- ile karşı temizliğe giden yolu da açacaktır. 

Endülüs korkusu, Cumhuriyet’in temel politikalarına da sinmiştir. Lozan’da masaya Müslümanların temsilcisi olarak oturan kadrolar, Kürtleri de -Müslüman anlamında- Türk olarak kabul ettirmiş ve gayri müslim nüfusu mübadele ile tehlike teşkil etmeyecek bir düzeye indirmek istemiştir. Kemalist kadrolar, İngiltere ve Rusya arasındaki yeni dengeye uygun bir perspektifle, hem İngiltere’nin talebiyle İttihatçıları ve Komünistleri tasfiye etmiş, hem de 1925, 1929 ve 1937 tenkillerini gerçekleştirerek Rusya ve Fransa’nın olası bölgesel müdahalelerini engellemeye çalışmıştır. Çünkü Bolşevik Rusya Stalin’le birlikte Orta Asya ve Kafkasları ele geçirmiş, İran’la işbirliği içinde Ortadoğu’ya inme hayallerini bölgedeki Kürtler üzerinden gerçekleştirmenin yollarını aramaktadır. (Nitekim bu hayali gerçekleştirmek için II. Dünya Savaşı sırasında Rus desteğiyle İran’da Mahabat Kürt Cumhuriyeti kurulacak fakat İran Şahının İngiltere’ye yanaşma şantajı nedeniyle çok kısa süre sonra kanlı bir şekilde ortadan kaldırtılacaktır.) 

Fransa ise, I. Dünya Savaşı’nda Sykes-Picot Antlaşması ile İngilizlerle birlikte paylaştığı Ortadoğu’dan adeta çırak çıkmıştır. İngilizler bin bir hileyle Fransa’nın payına düşen Irak’a el koymuş ve petrol bölgeleri yerine Suriye ve Lübnan gibi sorunlu bölgeleri Fransa’ya bırakmıştı. Bu nedenle İngiltere ile işleri yürüten Kemalist kadroların başını ağrıtacak her gelişmenin arkasında uzun bir süre Fransa yer alacaktır. Bunda Fransa’nın kadim Ermeni siyaseti, Suriye ve Lübnan’daki Ermenilerin ısrarlı çabaları ve Anadolu’daki Kripto Ermeniliğin önemli bir yeri vardı. Kemalist kadroların özellikle Ağrı ve Dersim isyanlarına dönük sert tepkileri ve sürgün politikalarında, kökleri Endülüs korkusuna kadar uzanan ve Fransa tarafından bölgede Ermenistan ve Kürdistan kurdurulacağı şeklinde güncellenmiş endişeler yatmaktaydı. II. Dünya Savaşı yaklaşırken, bölgedeki denge oyununda Fransa-Rusya-Suriye ve İran bir tarafta, İngiltere-Türkiye-Irak ve Afganistan ise öteki taraftaydı. Savaş öncesi yaşanan Dersim İsyanı’na cevap, Hatay’ın ilhakı olacaktır. Her iki olayda sayılan ülkelerin siyaseti, belirttiğimiz tarafların ilişkilerini -yeteri kadar- açıklıkla ele verecektir. 

Bu dış denklemler göz ardı edilerek, I. Dünya savaşı travmasından sonra kurulan Cumhuriyetin bir çok politikası doğru analiz edilemez. 

Mesela, 1920 başlarında Kürtlere özerkliği bile tartışacak kadar memlekette Kürt olduğunu bilen Cumhuriyetin kurucu kadrolarının, 1925’ten sonra ısrar ve inatla Kürtlüğü, Lozan’da kabul ettirdikleri tek ortak hukuki bağ olarak Müslüman manasında Türk kimliğinin içinde eritmeye dönük politikaları da benzer kaygıların bir sonucudur. Lozan müzakerelerinde batılılara Kürtleri de ısrarla Türk (Müslüman) kategorisinde kabul ettirme çabası, hem Anadolu’yu bir bütün olarak Müslüman bir ülke coğrafyası şeklinde tanımlama, dolayısı ile bu coğrafyada kalan Hıristiyanlar için batının öngörebileceği bağımsız bir devlet talebinin önünü kesmeyi amaçlamaktaydı, hem de İran’la tampon bölgede yaşayan Kürt nüfusun I. Dünya savaşında bazı aşiretlerin İran, Rusya ve İngiltere tarafından kullanılmaya çalışılması tecrübesi de göz önüne alınarak uzun vadede Anadolu birliği içinde entegre edilmesi hedefleniyordu. Çünkü mesele etnisite, din ve mezhep değil, varlık ve beka kaygısıydı… 

Ve bu yüzden Cumhuriyet politikalarında yapılmaya çalışılan şey ile yapılma yöntemleri ayrı ayrı tartışılmalıdır. Sonumuz Endülüs olmasın kaygısı, dönem koşulları ve ondan 100 yıl geriye giderek bakıldığında, o dönem kadroları nezdinde makul ve anlaşılabilir bir var kalma refleksinin ifadesidir. Ancak tabiri caizse, bunun için baltayla göz ameliyatı yapılmıştır. 

Endülüs korkusu, bir refleks olarak, II. Dünya Savaşı sonrası da devletin derin bilinçaltını yönetmeyi sürdürür. Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları, Kıbrıs vesilesiyle açık ve örtük olarak Rum nüfusun tasfiyesi bu politikanın devamı olarak değerlendirilebilir. 1980 öncesi Komünizmle savaş konsepti ve 1980 sonrası PKK ile mücadele süresince de aynı korkular devletin reflekslerini yönetmeyi sürdürmüştür, denilebilir. Hatta halkın diline kadar düşen PKK’nın Kripto Ermenilerin örgütü olduğu ve tek amaçlarının Kürdistan değil, 1915’in intikamı olduğu söylentisi -sünnetsiz terörist haberleri- bir suçlayıcı kara propaganda değil, bir tespitin zaman zaman dile getirilişi gibidir. Örgütün işe Kürt köylerini basarak başlaması, isyan tarihi boyunca kendi mensupları da dahil acımadan çok sayıda Kürt’ün kanına girmesi, Kürtleri kendi adlarıyla tarihe çıkartan –daha doğrusu Kürt’ü Kürt yapan- Osmanlı ve Müslüman kimliğinden uzaklaştırma çabaları ve Kürtlük adına tek başvuru merci olmaktaki ısrarıyla Kürtlerin kaderini eline almaya çalışması, bu şüpheleri doğuran sebeplerdir. 

Anadolu’nun dini, etnik ve mezhebi toplulukları konusunda ‘Osmanlı devlet aklı’nın bakış açısını yansıtması açısından ilginç bir örnek, 1910 yılında İttihat Terakki adına Anadolu’daki inanç gruplarının envanterini çıkarmakla görevlendirilen Baha Said Bey’in çalışmalarıdır. Cumhuriyet sonrası da özellikle Alevilik, Bektaşilik, Nusayrilik, Ahilik gibi konulardaki saha araştırmalarını sürdüren Baha Said Bey’in, “Türkiye’de Alevi-Bektaşi, Ahi ve Nusayri Zümreleri” ismiyle neşredilen kitabındaki şu satırlar ilginçtir: 

“Cumhuriyet Türkiyesi sınırları içinde yaşayan öyle topluluklarımız var ki; bunları, Hıristiyan zümreleri, kendi muhtedileri diye kaydetmekte bir sakınca görmüyor. 

Mesela Kargın, Avşar, Tahtacı, Çepni Alevileri nüfus bakımından kesif bir cemiyet meydana getirdikleri halde, genellikle ‘Ortodoks’ Rumların Türkleştirilmiş zümreleri diye kabul edilirdi. Dersim, Kiğı, Tercan, Bayburt, Iğdır vb. Alevileri de, Ermeni nüfus kayıtlarında birer ilave olarak yer alırdı. 

Özellikle Protestan misyoner istatistikleri, Mütareke’den sonra bunları neşrediyordu. 

Hıristiyan azınlıkların, bu Alevi topluluklarını ‘Hıristiyan kırması’ diye göstererek Avrupa’nın kafasını şişirmesi ve bunu başarmasının mutlaka incelenmesi gereken ibretlik bir hadise olduğunu, Merzifon Amerikan Kolejinde tutulan gizli Pontus belgeleri de ispat etti…” (Kitabevi Yay. İst. 2000) 

Yine Avrupa bakışını anlamak için başka bir örnek; I. Dünya Savaşı’na Almanya safında savaşmak için Venezüella’dan gelen koyu Katolik bir Hıristiyan gönüllü olan Rafael De Nogales Mendez’in anılarıdır. “Osmanlı Ordusunda Dört Yıl” başlığıyla Türkçeye de çevrilen (Yaba Yay. İst. 2008) kitapta, Nogales, Almanların isteği üzerine Osmanlı üniformasıyla ve Albay rütbesiyle katıldığı Doğu Cephesi’nden başlayarak, Musul, Bağdat, Filistin ve Sina Cephelerindeki savaş anılarını anlatır. Özellikle Doğu’da Rus ve Ermeni çetelerle mücadelelere katılır ve Van, Bitlis, Muş, Diyarbakır gibi yörelerdeki Ermeni katliamlarına tanık olur. Savaş sonrası İngilizce, Almanca ve Fransızca yayınlanan kitabında Nogales, kıyımlara sebep oldukları için Ermeni ileri gelenlerini suçlamakla birlikte, bizzat katıldığı ve gözlemlediği bu olayları kayda geçirerek Avrupa kamuoyu için önemli bilgiler sunar. Olaylarda Türkleri ve Türk ordusunu sorumlu göstermez ama bazı komutanlar, valiler ve onların yönlendirdiği, bölgedeki Kürt ve Çerkez aşiretlerini suçlar. Ermenilerin Batı’nın bölgedeki sadık müttefikleri olma şansını yitirdiklerini, Ruslara kanarak isyan etmekle yok olmayı hak ettiklerini savunan Nogales, Kürtler için şöyle der: “Kürtleri veya karduchosları, silahları dışında Anabasis’in anlattığı gibi buldum… Düşünceme göre Kürtler, Yakındoğu’da geleceğin ırkıdır. Onlar daha eski uygarlıkların kötülükleriyle körelmemişlerdir. Genç ve cesur bir ulustur.” (a.g.e. sh. 51) 

Nogales’in 1921 yılında yayınlanan ve birinci elden bir şahit olarak Batı kamuoyuna hangi bölgede hangi aşiretlerin nasıl bir Hıristiyan kıyımı yaptıklarını anlattığı kitaptaki bu tür tespitler adeta, Kürtlerin Batılılar için bölgede geleceğin yeni müttefikleri olabileceği, ama önce suçlarının cezasını çekmeleri gerektiği fikrini aşılamaktadır… 

Bu ve benzeri fikirlerin de katkısıyla devlet refleksi, daima farklı kimlik ve taleplere kuşkuyla bakmış, tek tipleştirme veya tasfiyeyi kesin ve kolaycı bir çözüm olarak benimsemiştir. 

Endülüs korkusu, devletin İslam siyasetini de belirlemiştir. Mesela görünürde din karşıtı bir vitrin düzen Cumhuriyetin, derinlerde ve uzun vadede son derece katı ve koyu Sünnilik yorumlarını bile destekleyerek dindar bir nüfus yaratma politikası uyguladığı bile söylenebilir. 

Cumhuriyet’in başlarında Tekke ve zaviyelerin kapatılması, buralarda örgütlü oldukları için, İttihatçıların tasfiyesinin devamıdır. Yine Şeyh Sait İsyanı sonrası, İran-Rusya-Suriye-Fransa dörtgeninin tarikatlar üzerinden Kürtleri manipüle edeceği endişesi güçlüdür. Türkçe ezan ise, 1930’lu yılların Avrupa faşizm modasını deneme uygulamasıdır. Ancak asıl yaygın tarikat ve cemaatler, her zaman gayrı resmi bir şekilde korunarak yaşatılmış, kontrol edilerek zaman zaman iç ve dış politikaların enstrümanı olarak değerlendirilmiş ve kullanılmıştır. 

Yine, Soğuk savaş sonrası anti komünizm siyaseti, esasen anti komünist mücadele kılıfıyla yürütülen bir nevi toplumsal mühendislik faaliyeti gibidir. Devlet, tıpkı memlekette Kürt diye bir ‘şey’in var olduğunu bile bile Türk’ten başka kimlik tanımadığı gibi, memlekete hiçbir zaman komünizm, hele Rus işgaliyle gelecek bir komünizm tehlikesinin olmadığını bile bile, büyük kitleleri Sünni-muhafazakar bir çatı altında mobilize etmiştir. Çünkü, bu konuda da mesele Komünizm değil, her zamanki gibi varlık ve bekadır. 

Devletin din politikasının en kritik test alanı sanıldığı gibi tuhaf laiklik uygulaması -(Celal Bayar’a göre, laiklik maddesi Dersim tenkili sonrası Alevileri devlete bağlı tutmak için bulunmuş bir formüldür. Bizce de başka bir manası ve önemi yoktur)- veya Selametçilik ve Nurculuk gibi büyük siyasi-sosyal hareketlere dönük politikaları değildir. Bunlar gündelik siyasi gelişmeler bağlamında değerlendirilebilecek olaylardır. Asıl bakılacak yer, eğitim alanıdır ve özellikle de Kuran kurslarıdır. 

Ali İhsan Sabis Paşa’nın I. Dünya Savaşı anılarında anlattığına göre, 1916 yılında toplanan İttihat Terakki Kongresinde bir delege din konusunda bir rapor sunar. Rapora göre, Osmanlı askerleri arasında yapılan bir araştırmaya göre; ‘askerlerin birçoğunun ‘Rabbin kim?, Peygamberin kim?, Mezhebin ne?, İslam’ın şartı kaç?, 32 farz nedir?’ gibi sorulara cevap veremediği, cihat için cepheye sürülen bu halk çocuklarının dinlerini bilmemesinin ciddi bir sorun teşkil ettiği anlatılır ve bu eksendeki tartışmalar sonunda bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatının önceli olan bir kurumun kurulmasına karar verilir. Cumhuriyet’in ilanından sonra Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması, diğer bir çok ‘devrim’ gibi aslında Meşrutiyet döneminin ve İttihat Terakki’nin programı veya kararlarından birinin devamıdır. Cumhuriyet Dönemi başlarında resmi olarak dini olan her şeyin geri plana atıldığı, diyanet kurumunun da sınırlı ve cumhuriyet ideolojisine hizmet edecek amaçlar doğrultusunda çalışmasına müsaade edildiği bilinmektedir. Ancak bu durum halkın kendi çözümünü üretmesini gündeme getirmiş ve evlerde, mahalle camilerinde ve güvenilir diğer bir çok mekânda çocuklara Kur’an öğretmek, temel dini bilgiler vermek, büyük bir mücadele konusu haline gelmiştir. İşte bu çabaların sonucudur ki, Osmanlı devrinde olmadığı kadar yaygın ve kararlı bir dini eğitim çabası başlamış, neredeyse nüfusun tamamı kendi gayretiyle temel İslami eğitim ihtiyacını sivil kanallarla gidermiştir. 

Bu çabanın en önemli özelliği, Osmanlı bakiyesi nüfusun birlik ve bütünlüğünü, Cumhuriyet kadrolarının Batı’ya dönük takiye amaçlı icat edip dayattıkları suni ve seküler bir Türk kimliği ile değil, Selçuklu-Osmanlı geleneğinin omurgası olan İslam itikadı ile özdeşleşmiş bir Osmanlı kimliği ile sağladıkları gerçeğidir. Yani milletin büyük çöküş sonrası hala tek bir millet olarak kalması, Cumhuriyet seçkinlerinin sandığı gibi aslında Tanzimatçı-Batılı yaşam tarzını ifade eden kozmopolit -seküler resmi Türk kimliği sayesinde değil, ona rağmen ve ona inat ve haysiyetle direnerek sağlanmıştır. Bu topraklarda hala ve her şeye rağmen, ırkçı veya mezhepçi fitnelerin veya pozitivist ideolojik fanatizmlerin marjinal kalmasının tek nedeni, millet çoğunluğunun sağduyu ve ferasetle bu sahte kimliklere direnmesi ve kendini bin yıldır bu topraklara rapteden asıl milli kimlik sigortası olan İslam’a en sade, en basit ama en sağlam itikadi ve kültürel bağlarla sarılmasıdır. Geri kalan bütün heretik, marjinal, batıni ve arızi akımlar dahi can güvenliklerini aslında millet çoğunluğunun bu sağlam kültürüne borçludur. Çünkü, bu İslam algısı, hem fikir hürriyeti hem de farklı inanç ve meşreplere hoşgörüyü içerir. Bu İslam itikadının zaman içinde Cumhuriyetin temel dini politikasının da özü olmasının nedeni, millet çoğunluğunun bu yola ısrarla sahip çıkmasından kaynaklanır. Bu itikadın özeti, İslam’ın ve imanın şartlarını bilmek ve günahı kebair (büyük günahlar)den uzak durmaktır. Milletin gündelik hayatında, yaşamın ince detaylarında ve olaylara bakış açısında kendini gösteren bir ortak kültürel kod olarak işlev gören bu itikat, fiilen bir inanç biçimi olmanın çok ötesinde bir dünya algısı ve ruh iklimi vazifesi görmüştür. Bu manada, Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni, Balkanlı, Kafkaslı vb. toplumun bütün unsurlarının kolektif varlığı ve ortak davranış kodlarının, farklılıklarından daha baskın ve belirleyici olması sağlanmıştır. 

İşte Cumhuriyetin başından beri özellikle Kuran kursları ve benzeri ders usulleriyle çocuklara aktarılan bu basit aşı, Edirne’den Kars’a, Diyarbakır’dan Trabzon’a, Antalya’dan Erzurum’a kadar, aynı reflekslere, aynı düşünme ve algılama insicamına sahip bir millet olarak var kalmayı sağlamıştır. Resmi ideolojinin ürettiği yeni kimlik, milletin çoğunluğu tarafından bu ortak kültür kodlarına dayalı kimliğin tarihsel, sosyal, siyasi ve ideal misyonunun inkarı ve milletin ruh kökünü kazıyıp Batı’ya yem etmenin bir yolu olarak anlaşılmıştır. Anadolu’nun gerçek sakinleri, bu sonradan yapılma sahte elbisenin içine zorla sokulmaya çalışılan zavallı ve aciz yığınlar muamelesi görmüştür. İşte millet çoğunluğunun bu çok yönlü cendereye rağmen hala aynı mahalle ve binalarda oturması, aynı camide saf tutması, bahsedilen bu temel itikadın, bütün vatan sathında yüz yıldır inat ve ısrarla on binlerce camide, Kur’an kursunda ve evde yeni nesillere aktarılması sayesindedir. İslam itikadı, bu toprakların vatan kılınmasının da, bu devletin var kalmasının da, bu milletin ortak bir hafıza, ideal ve kimlik edinmesinin de tek kaynağıdır. Eğer bu topraklarda kalıcı bir huzur, sosyal barış ve güvenlik temini sağlanacak, her tür mezhep ve ideolojik grubun yaşam tarzı güvenceye alınacak, devlet de bu ortak hassasiyetlerin hakemi rolünü üstlenecekse bunun yolu, millet çoğunluğunun itikadının belirlediği bu varlık ve beka dinamiğinin derinleşerek devam etmesidir. Ki, milletin muhafazakar-dindar damarı tam da bu çabayı sürdürme gayesiyle var kalmaya devam etmiştir. 

Sonuçta resmi müesses düzen olarak devlet, Endülüs korkusunun sonucu olan totaliter ve otoriter politikalarla varlık ve beka sorununu çözmeye çalışırken, millet bu sorunu fiilen ve çoğu durumda devlete rağmen Osmanlı-İslam kimliği ve değerlerine sığınarak çözmüştür. 

Bütün aksi çabalara rağmen toplumsal çoğunluğun bu değerlerle bir sorunu olmamıştır. Alevi ve Sünni’yi, Türkmen ve Kürdü, Boşnak ve Arap’ı, Çerkez ve Arnavut’u bir arada tutan zamk, bu değerlerden başka bir şey değildir. Etnik veya mezhep temelli farklılık veya talepler, bu değerlerin dikkate alınmadığı, terk edildiği veya aşındığı noktalarda nüksetmektedir. Her insanı aziz bilen, her farklılığı Allah’ın ayeti olarak gören, herkesi Ademde kardeş, İbrahim’de, Musa ve İsa’da yoldaş, Muhammed’de dindaş olarak algılayan, eline-beline-diline sahip çıkmayı ahlakın özü olarak gören, zalime zalim mazluma mazlum muamelesi yapmayı cihat, yetimi ve yoksulu gözetmeyi ibadet, kula kul olmamayı haysiyet meselesi sayan, her tür ayrımcılığı fitne, her tür baskı ve terörü fesat addeden, devlete adalet, millete asabiyet, vatana namus gözüyle bakan bu idrak, terk edildiği zaman bozulma, çürüme, çelişki ve çatışma doğuracak kadar hassas bir sigortadır. Bu nedenle, toplumsal geleceğin inşası, Türklerin, Kürtlerin, Alevilerin, Sünnilerin vb. yeniden bu ortak idrakte toplanmaları, bu idraki toplumsal sözleşmenin, anayasanın ve devletin temeli yapma hedefinde birleşmeleriyle mümkündür. 

Endülüs korkusu, bu korkuyu doğuran nedenler ve koşullar ortadan kalktığı için değil, bugün varkalmanın yolu olarak bu korkuyla yüzleşip artık aşmak gerektiği için gündemden çıkmalıdır. (Filistin, Afganistan, Irak işgalleri, Sudan'ın bölünme çabası, en azından bir süre daha bu korkunun hala haklı nedenleri olduğunun göstergeleridir.) Türkiye, geldiği bu noktada geleceğini korkularla tayin edemez. Evet, I. Dünya Savaşı’nın travması 20. yüzyıl boyunca bu korkuya dayalı abartılı güvenlik politikalarıyla atlatılmış görünmektedir. Ama yeni bir ulus yaratma yöntemi, yani bunu baskı ve tasfiyeyle gerçekleştirme çabası, hem yeni sorunlara yol açmış hem de maddi ve manevi maliyetler doğurarak Türkiye’yi çıkmaz bir yola sokmuştur.

Şimdi bu tecrübeyi de göz önüne alarak, milletin ruh köküne tekrar bakmak, oradaki basit, sade ama sağlam değerleri yeniden keşfedip ortak kimlik bileşenleri haline getirmek daha makul ve geliştirici bir çözümdür. Yani yeni bir millet yaratma ve bunu ulus-devlet formu içinde yaşatma çabasından maksat ne ise, o maksada odaklanmalı ve özellikle yanlış yöntemlerden vaz geçilmelidir. Öncelikle devletin ve milletin birlik ve bütünlüğü meselesinin, bu topraklarda yaşayan herkesin ortak sorumluluğu olarak ortaya konması sağlanmalıdır. Türkiye’nin varlığı ve bekasına dair kararları, birilerinin yukardan ve önceden verilmiş bir talimatı ve tartışılmaz buyruğu gibi sunmasının rahatsız edici ve aslında maksada da ters sonuçlar ürettiği artık anlaşılmalıdır. Bunun için önce bazı kavram ve olgulara sorgulanamaz, tartışılamaz, değiştirilemez Allah kanunu veya fetiş muamelesi yapmaktan vazgeçmek şarttır. Toplumu çocuk gibi gören ve sürekli azarlayarak konuşan devletlü bir dille ne bağımsızlık, ne devlet ve millet bütünlüğü ne de özgür ve ortak bir gelecek konuşulamaz. Bu ülkenin ‘büyümesi’, siyaset, dış politika veya ekonomiden önce sosyo-psikolojik düzeyde büyümesi, yani ergen olmasıyla mümkündür. Ergen bir toplumsallık, kendi kaderinin efendisi olan, aidiyet ve haysiyet sahibi şahsiyetlerden oluşan bir toplumsal ortalama demektir. Emir ve komutlarla, yasak ve azarlarla, ceza ve ödül modelleriyle ülke yönetme devri artık kapanmıştır. Tek tek her insanımızı ve özellikle çocuklarımızı daha fazla konuşan, tartışan, itiraz eden, karar verebilen, seçebilen, reddedebilen, kendine, milletine, ülkesine güvenebilen yani sorumluluk duygusu olan seçkin şahsiyetler yapabilmek için bütün toplumsal araçları birer inisiyatör gibi kullanmak gerekmektedir. Hepimiz için güvenilir ve umutlu bir gelecek, hepimizin güven ve umut içinde olmasıyla inşa edilebilir. Bunun ideolojisi, fikriyatı, yolu, yöntemi, demokratik usullerle belirlenebilir birer detay olarak görülmelidir. Toplumsal güven ortamı olmadığı zaman, her fikri veya yöntemsel adım başkasını rahatsız etmekte, basit olaylar büyük bir toplumsal soruna dönüşmekte, sıradan gelişmeler kaygı ve endişelere yol açmaktadır. Bu nedenle, önce gerçekten hürriyet, adalet, insaf ve merhameti herkesin paylaşmayı ilke edinmesi şarttır. Bu ilkeleri herkese hatırlatmak ve kalıcı bir değer olarak paylaşılmasını sağlamak siyasi partiler, aydınlar ve medyanın sorumluluğundadır. 

Türkiye, bugün bir kritik eşikten geçmektedir. Bu eşikte, belki yeniden milletleşme diyebileceğimiz bir süreç yaşanacaktır. Ama bu yukardan dayatılan buyurgan tektipçi kimlik izharları veya Avrupa özentisi çok-kimliklilik söylemleriyle değil; asıl olana, normal olana, doğal olana dönüşle mümkün olacaktır. Türkiye’nin bugün her şeyden daha fazla normalleşmeye ihtiyacı vardır. Devleti devlet gibi, yargısı yargı gibi, siyaseti siyaset gibi, ekonomisi ekonomi gibi olmak zorundadır. Türklük, Kürtlük, Alevilik, Laiklik vb. bütün çelişki konuları, normal bir Türkiye’de gündem konusu bile olmayacaktır.Bunun için bu kimliklerin hepsinin kendini güvende hissedeceği bir hukuki düzen kurmak acil bir meseledir. Yasakların böldüğüne, hürriyetlerin ise bütünleştireceğine herkesin inanması şarttır. Hiç kimse bu devletin, bu vatanın, bu ülkenin sahibi-efendisi-karar mercii gibi davranamaz, ama herkesin ittifak edeceği ortak karar mercii, daha iyisi ve adili önerilene kadar, millet çoğunluğunun iradesidir. Hakem de, hakim de, özne de efendi de milletin kendisidir. Bunun için, öncelikle milletin bütün unsurlarını, seslerini, renklerini sürece katacak ve her tür vesayetçi müdahaleyi de milletin tepkisiyle etkisiz kılacak organik ve sağlıklı demokratikleşme ortamı oluşmalıdır. Devletlü seçkinler dahil, en sıradan insanın bile sözünü korkmadan, suçlanmadan söyleyeceği bu ortamı hazırlamak siyasetin görevidir. Bu bağlamda, normalleşme süreci, derinleştirilmiş demokratik mekanizmalarla ve aktif katılım eşliğinde sağlanacaktır. Yani, sorunların taraflarının totolojik tartışmaları veya bir tarafın diğerinden bir şeyler talep etmesi, ötekinin de buyurgan ve seçici edayla karar vermesinden oluşan anormal ortam değişmeli, hür ve eşit yurttaşların ortak geleceğini tartışabildiği konuşma ve diyalog koşulları oluşturulmalıdır. Böyle bir atmosferi istismar edecekler elbette olacaktır. Ama tek yönlü, dar, kısır, ötekini dışlayıcı, bölücü veya kin ve husumet pompalayıcı bütün unsurlar ve söylemler, gerçekten özgür bir ortamda millet tarafından elenecek ve doğal yollardan marjinalleşecektir. 

Rejimin, Türklüğün, laikliğin, cumhuriyetin evsahibi olmadığı gibi, dinin, Kürtlüğün, Aleviliğin veya demokrasinin de evsahibi yoktur. Evsahibi, sadece milletin kendisidir. Sahiplik sadece daha fazla hürriyettedir ve her sorunda en makul ortalama çözümler ancak demokratik yolla elde edilebilir. Bu bağlamda, ne kadar fazla unsur, grup, cemaat, meşrep, örgüt ve en önemlisi birey, sürece gönüllü katılırsa o kadar sağlıklı sonuçlar alınabilecektir. Devletin, bütün kurum ve kuruluşlarıyla böyle bir süreçteki tek rolü, objektif bir denetim sağlamak ve ortamın güvenliğini temin etmektir. 

Kaldı ki böyle bir ortam, devletin derin refleksi olan korkulardan karşı korkular türeterek var olmaya çalışan etnik, dini veya mezhebi temeldeki kapalı çevrelerin de açılmasını, rahatlamasını, normalleşmesini sağlayacaktır. Nitekim, korkmadan konuşulabilen son on yılda, daha önce yasal ve yasadışı baskılarla yüzbinlerce insanın canını yakan bir çok konu serbestçe dile getirilmiş, özgürce ifade edilebilmiştir ama o daha önceki yıllarda devletlülerin laiklik,Türklük,cumhuriyet,vatan elden gidiyor korkusuyla yürüttükleri baskı politikalarını doğrulayacak hiçbir gelişme olmamıştır. Aksine muhalif ve mazlum pozisyonunda güç toplayan ve kapalı ve içe dönük yapılarıyla devlet aygıtının tersinden yeniden üretilmiş taklitlerine dönüşen bir çok grup, örgüt ve cemaatin gerçek varlığı ortaya çıkmış, tartışılır hale gelmiştir. Baskılara direnmek erdemdir ama direnenlerin zaman içinde oluşturduğu başka tür rafine baskılardan insanları korumakta erdem sayılmalıdır. Bu durum bile, daha fazla özgürlüğün bir lütuf veya tercih değil, zorunlu bir düzen kurucu vasat olduğunu kavramamız için önemli bir tecrübe olmuştur. 

Türkiye, topyekün değişerek ve dönüşerek ilerlemektedir. Bu sürecin nereye çıkacağı, hep birlikte ve herkesin katıldığı bir yürüyüşle belli olacaktır. Tabi ki farklı çözüm yolları, farklı ortak hedef ve ideal önerileri toplumun önüne koyulacak ve toplum da bunlar arasından seçimini yapacaktır. Ama aslolan bu dönüşüme herkesin katılımını sağlamak, kimseyi dışlamadan ve kimsenin de başkasını dışlamasına müsaade etmeden bu yolu tamamlayabilmektir. Bu nedenle farklılıkları veya farklı sesleri, ne kadar aykırı görünürse görünsün tasfiye etmeye çalışmak yerine sürece katmaya çalışmak önemlidir. En marjinal veya en uç fikir dahi -eğer fitne ve provakasyon amacına matuf değilse ki bu toplum tarafından elenebilecek bir olgudur- kendisini özgürce ifade imkanı bulabilmelidir ki, ortalama ortaya çıkabilsin. 

Normalleşme, katılım ve birlikte dönüşüm… Türkiye’nin 20. yüzyıldan kalma korkularını aşarak sağlıklı bir değişim yaşayabilmesi ve kalıcı gelişme dinamiklerini harekete geçirebilmesi, bu üç kelimede saklıdır. Bunu hangi zeminde sağlayabileceğimizi, nasıl bir bağlamda tartışabileceğimizi ve geleceği hangi temeller üzerinden inşa edebileceğimizi belki tarihi tecrübemize bakarak cevaplayabiliriz. Bu bağlamda, Osmanlı’dan önce, Selçuklu deneyimi, bize yeni ufuklar açabilir… 

(Devam edecek) 

Kaynak: haber10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder