Üniversiteli BLOG'a Destek

28 Kasım 2010 Pazar

BURASI ANADOLU UNUTMA BİZİ!


Ömer Öndeş 
08 Kasım 2010 

Sivil toplum. Sosyal sorumluluk. Genç nesil. Çağdaş, özerk üniversite. Sonuna geldiğim üniversite yaşantımda özellikle en fazla kullandığım kelimelerdendi bunlar. Üniversite yıllarında heyecanla atan kalbimin, işletmeye çalıştığım aklımın en aydınlık köşelerine nakşedilmiş kelimelerdi. Bu sorumluluk ve anlayış ışığında ilkesel olarak benimsediğim kulüplerde ayrımsız/sınıfsız/imtiyazsız/cinsiyetsiz/omuz omuza kardeşçe yapmaya çalıştığımız onlarca projede alevisinden kürdüne başörtülüsünden ateistine bir çok insanla çalıştım. 

Mutluydum, bu ülkenin çocuklarına/gençlerine sosyal sorumluluğumuzun gereği olarak yardım etmek, onlara kendi elimizden geldiği kadarıyla "daha iyi bir Türkiye" bırakmaktı amacımız. 

Öyle olmadığını öğrenmek fazla uzun sürmedi. 
Sözde Atatürkçü rektörlerin sosyal sorumluluk için bir araya gelen insanlara bile üniforma biçmeyi marifet bildiklerini öğrendim. 

İsminin önünde Prof. Dr. bilmem ne yazan kadın/erkek akademik cahiller kulübünün, kulüp toplantılarına girmek için başınızı açacaksınız darbesini öğrendiğimde, bu darbeyle gözyaşları içerisinde beni arayan arkadaşıma ne diyeceğimi bilemedim. 

Askerin süngüsüyle hizaya giren "Bilim Adamları"nın rektör olduğu bir ülkede, aynı adamların siyasi iktidarın yükselen gücüyle yeniden hizaya girmeleri karşısında hiç şaşırmadım doğrusu. 

Ama unutmadım o günleri. 
Şimdi derslere bile türbanla girilirken, dün kulüp toplantısına girmeye bile izin verilmeyen bir ülkede yarın zoru görünce eskiye dönülmeyeceğinin garantisi olmadığı/olamayacağı için unutmadım. 

Bu ülkedeki sivil toplum hareketlerini dahi kendi tekellerinde gören sarı kafalı, eli sigaralı sözde elitleri, o elitlerin damarlarında mavi kan akan çocuklarını ve o çocukların benim arkadaşlarıma yaptıklarını unutmadım, unutmayacağım ve unutturmayacağım. 

Dün gazete kuponuyla evine eşya alanların iktidar eliyle zenginleştikten sonra özel üniversitelerde çocuklarını nasıl okuttuklarını laf olsun diye soranların, Anadolu'dan binbir güçlükle okumaya gelen kızları ikna odalarına kapattıkları o karanlık günlerin utancını unutmayacağım. 

Oğlu dağda it sürüsüyle savaşırken, başörtülü/türbanlı annesini orduevlerine almayanları unutmayacağım. 

Oğlu askerden dönüp dönmeyeceği meçhul bir ananın vatan sağ olsun demesine rağmen, oğlunun yemin törenine laik cumhuriyet ilkesine binaen içeri alınmadığını unutmayacağım. 

Görüntüyü bozduğu için oğlunun cenazesinde kameraların objektifinden kaçırılan şehit anasının "ne yaparsın oğul kaderde bu da varmış" diyen bakışlarını unutmayacağım. 

Oğlun/kızın neden şu dershaneye bu okula gidiyor diye babaları sorgulanan/fişlenen çocuklar için unutmayacağım. 

O köylü/Anadolulu/ mahçup, boynu devlet karşısında kıldan ince şehit anaların babaların hakkı için unutmayacağım. 

Ölümü/utancı/gözyaşını/sefaleti/geri kalmışlığı/köylülüğü anadolu toprağına ve o toprağın insanına kimlik gibi yapıştırıp, utanmadan bu ülkenin bütün kaynaklarından hoyratça nemalanan asker/sivil bürokratları asla ama asla unutmayacağım. 

Şehit cenazelerinde "devlet sağ olmasın" çığlıkları yükselirken başımı çevirip baktığımda o anadolu kadınının yüzünü göremeyeceğimi bilmenin utancını bana yaşattığınız için unutmayacağım. 

Sağlık karnesindeki fotoğrafı başı kapalı olan teyzeme hizmet vermeyen çağdaş/Hipokrat yeminli doktorları, o doktorları yetiştiren zat-ı muhteremleri unutmayacağım. 

Unutmayacağım bu ülkenin dindar/muhafazakar anadolu insanına kendi koltuklarınızı/imtiyazlarınızı korumak için kutsallık atfettiğiniz rejim adına yaptıklarınızı. 

Kutsallık atfettiğiniz bütün değerleri Yemen'den Çanakkale'ye, İnönü'den Sakarya'ya savaşarak kazanan ayağı çarıksız, omzu silahsız dedelerim, ninelerim adına unutmayacağım. 

Siz bu utançla, biz bu hafızayla anadolu toprağında yaşamaya devam edeceğiz ama siz küstahça yüzümüze üflediğiniz sigaralarınızı söndüreceksiniz bir zahmet. Artık sizin dumansız hava sahanız değil bu cumhuriyet. 

Geçti o günler efendiler. 
Ama zannetmeyin ki biz, altında dabbetülarz jipleriyle (bu tabir Ali Bulaç'a aittir) Reina kapısında gördüğünüz sosyetik islamcılardanız, onlar olsa olsa sizin ideolojik muadiliniz olur. 
Bizler iyi eğitim almış, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmişliğiyle toplumsal yaşamın her alanında yer alan dün tuu kaka yaptığınız, gerçekten hakkaniyete secde eden ve 150-200 yıldır kendi mülkiyetinizde gördüğünüz herşeyin ortağı ve sahibi olan iyi çocuklarız. 

Siz tanımazsınız bizi, korkuyla baktığınız için görmezsiniz. Aslında hep ordaydık ve orda olacağız. 
"Rejimi" korumak bahanesiyle tükettiğiniz kepekli ekmeklerin ekindeki çiftçisiyiz. 
Refah ve güven içinde oturduğunuz lüks evlerinizde led ekranlarınıza 2-3 saniyelik yansıyan bir dağın tepesinde nöbetteyiz. Biz Erzurum'da Karabekir'in, 26 ağustosta Malazgirt'te Alparslan'ın, yine bir 26 ağustosta M. Kemal'in inançlı ve kararlı askerleriyiz. 

Biz anadoluyuz, ya siz? 

http://www.mizikacilar.com/Makalem.aspx?ID=80

23 Kasım 2010 Salı

Füzeyle kalkan zararla oturur




Yılmaz ÖZDİL

23 Kasım 2010


Bize kalkan döşeyeceklerdi.

Yumruğumuzu masaya vurduk...

Bize kalkan döşüyorlar.

*

“İstediğimizi aldık” dedikleri, bu!

*

İzmir’den bas marşa, Bornova’dan Ankara asfaltına vur, Kemalpaşa’ya varmadan, sağda tabela göreceksin, Kavaklıdere Köyü, dal ordan, köyün içinden geç, devam et, ormana girer girmez, “dur hemşerim” diyecekler sana, bariyer var, askeri bölge, forbidden zone, girilmez, her yer kamera... Yemyeşildir aslında, şırıl şırıl dereler filan, pek beğendin diyelim, fotoğraf çekmeye kalk, drannn diye vururlar! NATO’nun “Savaş Karargâhı”dır orası çünkü.

*

Şubat 1952’de NATO’ya girdik, sadece 7 ay sonra, NATO buraya girdi.

*

Orman içinde vadi, çitlerle çevrili, tel boyu bizim askerler nöbet bekliyor, uçaktan baktığında bile üç-beş bina görürsün, hepsi o... E karargâh nerede? Dağın altında... Dağın altını oydular, içi şehir gibi, nükleer saldırıya dayanıklı, birkaç yıl yetecek kadar yiyecek stoku var, spor salonları, atış poligonları var; dağın içinde otomobille dolaşabiliyorsun, galerileri o kadar geniş, asansörler ve kapılar sensörlü, kimlik kartın yoksa geçebilmen imkânsız, gazeteci olarak izin aldığında bile bazı bölmelere girebiliyorsun, fotoğraf-video yasak, anca anlatılanı dinlersin, komuta merkezi ekran denizi, uzay filmlerindeki gibi, gökyüzünü tarayan radarları boşver, İzmir limanının derinliklerini, akıntılarını gösteren zemin haritası bile var.

*

Ve, füze deposu.

*

1962’de, Küba krizi çıktığında, Amerikalılar nükleer başlıklı Jüpiter füzelerini yerleştirmişti buraya... Fotoğrafları var. O dönemde burada görev yapan Amerikalı subaylar hatıra pozu vermiş, kişisel internet sayfalarına koydular, oradan haberimiz oldu... Türk halkının ruhu bile duymamıştı ama, İzmir’e yerleştirilen nükleer füzelerin üzerinde Türk bayrağı var!

*

Peki sonra? “Kriz bitti, merak etmeyin, hepsini söküp götürdük” dediler...

Yersen artık.

*

Büyük ihtimalle, bana göre yüzde yüz, kalkan denilen dalga motorun merkezi burası olacak.

*

“Ne malum?” derseniz... İzmir’deki Amerikan konsolosluğu kapatıldı, İzmir’deki Amerikan üssü kapatıldı ama, iki senedir, ha bire Amerikalı subay taşınıyor İzmir’e... İzmir’de görev yapan Amerikalılar, er olurdu, astsubay olurdu, askeri polis olurdu, bunların hepsi subay...

*

Sizce niye?

*

İş öyle hale geldi ki, Şirinyer’deki NATO lojmanlarına sığmıyorlar artık... 2 bin 200 dolar kira yardımı alıyorlar. Bornova ve Urla’da, kapalı garajlı, site villaları kiralıyorlar... Seferihisar’da üs kurulacağı yolunda şehir efsanesi var. Ancak, böyle bir emare yok. Henüz kazma bile vurulmadı oralara... Kavaklıdere Köyü’nün trafiği ise, vızır vızır.

*

Demem o ki, istediğimizi aldık filan, hikâyedir... Goygoycu manşetlerle uyutuluyor Türk halkı, fikrini soran eden yok... Bugünün işi değil çünkü bu, neredeyse iki senedir yürüyor proje.

*

Bir de matrak boyutu var tabii... ABD Ankara Büyükelçiliği nerede?

Kavaklıdere’de!

*

Alışkanlık olsa gerek... Devamlı Kavaklıdere’den döşüyor mübarek.

Hürriyet

21 Kasım 2010 Pazar

"Devrim bankalardan paraların çekilmesiyle başlatılabilir.''

 
21 KASIM 2010                
Manchester United'ın eski yıldızı Eric Cantona, ekonomik ve sosyal devrim çağrısı yaparak, 'kansız devrimin' bankalardan başlayabileceğini söyledi.

Observer'de yayınlanan habere göre, Cantona, Avrupa'da sokaklara çıkmaya hazırlanan öğrenciler ve kamu çalışanlarına daha gelişmiş eylem tavsiyelerinde bulundu.

İngiltere'de futbol oynadığı dönemde 1995'te bir rakip taraftarın ırkçı tepkisine tekmeyle yanıt verdiği için dokuz ay futbol oynama cezası alan Cantona, eylemcilere bankaları hedef alın diyor.

Cantona, zaman zaman siyasete ilişkin görüşlerini de ortaya koyan eski bir futbolcu.

Fransa'da yayınlanan bir gazete için filme de alınan bir mülakat veren yıldız, döviz, pankart ve sloganlarla düzenlenen eylemleri ''modası geçmiş'' olarak niteliyor.

''Bunun yerine'' diyor Canton, ''bankalardan paralarını çekerek ekonomik ve toplumsal devrim gerçekleştirilebilir.''

Cantona mülakatında şöyle devam ediyor:
''Çevremizde bu kadar sefalet varken mutlu olamayız. Yapılması gereken şeyler var. Bugünlerde sokaklarda olmanın, gösteri yapmanın anlamı nedir? Böyle yaparak kendiniz kandırırsınız. Devrim gerçekten çok kolay bugünlerde. Sistem ne? Sistem bankaların iktidarı üzerine kurulmuş, o zaman bu sistem bankalar üzerinde imha edilmeli.''

''Bu da üç milyon insanın ellerinde pankartlarla sokağa çıkıp, doğru bankalara giderek paralarını çekmesi, bankaların da çökmesidir. Üç milyon, on milyon insan, bankalar çöker, ortada bir tehdit de yok, kan da. Alın size devrim.''

Planın çok karmaşık olmadığınıve birilerinin kulak vermek zorunda kalacaklarını kaydeden Canton, ''Sendikalara zaman zaman bizlerin tavsiyelerde bulunması gerekir'' dedi.

Observer, Cantona'nın çağrısının ilgi gördüğünü ve hızla yayılmaya başladığını belirterek, video kaydının youtube'da bir anda 40 bin kişi tarafından izlendiğini yazdı.

Habere göre, ''bankaları durdurun'' adlı bir grup da 7 Aralık'ta bankalardan paraların çekilmesi için kampanya başlattı.

Şimdiye kadar Fransa'da 14 bin kişinin paralarını bankalardan çekme taahhünde bulundukları da haberdeki ayrıntılardan.

Facebook'ta da ilgi gören kampanya İngiltere'ye de yayıldı.

BBC Türkçe 



                                            
HOCAEFENDİ ŞEHADETSİZ GİTTİ!
Fatma Sibel YÜKSEK
19.11.2010

Sonda söylenmesi bekleneni baştan söyleyelim:
Bu film düpedüz bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Bazılarının haklı bir şekilde dikkat çektiği gibi bir "dinlerarası diyalog filmi" bile değildir. Anlaşılan o aşamayı geçmiş bulunuyoruz; New York'ta Beş Minare, açık bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Dinlerarası diyalog, "Hepimiz aynı Tanrı'nın çocuklarıyız" şiarıyla Müslümanlığı, hıristiyanlığın içinde eritmeyi amaçlayan mega emperyalist bir projedir. Gelinen noktada, bu projenin önemli ölçüde başarılı olduğu, sıranın müslümanları hristiyanlaştırmaya geldiği anlaşılmaktadır...

Dikkat edilirse, AKP'ye ve Gülen cemaatine bağlı gazetelerin "sinema yazarları" dikkatleri filmin mesajlarından çok "Halk çocuğu Mahsun'u küçümseyen sanat elitleri" sorununa çekmeye çalışıyorlar.

Onlara göre milletin bağrından kopan ve bütün engellemelere karşın dişiyle tırnağıyla kazıyarak kendisini kanıtlayan Mahsun Kırmızıgül, yeni bir Yılmaz Güney efsanesi olarak parlamaktadır.

Bütün her şeyi ele geçirdikleri ve dünyanın sayılı zenginleri arasına girdikleri halde bu "eziklik" edebiyatından vazgeçmiyorlar. Rantı var çünkü; siyasette olduğu gibi sinemada, futbolda, edebiyatta da...

Oysa ne Mahsun Kırmızıgül ezik halk çocuğu, ne de onu küçümsemeye çalıştığı varsayolan "elitler" elittir...

New York'ta Beş Minare filminden anlaşıldığı üzere Mahsun Kırmızıgül'ün elinden tutanlar tutmuştur. Tarih, özellikle de bizim coğrafyamız, küresel elitler tarafından elinden tutulan "ezik halk çocukları" ile doludur. İngiltere Kraliçesi'nin elinden şövalye nişanı bile aldılar! Mahsun Kırmızgül'e de bir Oscar ödülünü çok görmesinler artık...

Bu film bir hıristiyanlık propogandasıdır;

Kafalarımıza "gerçek müslümanlığın timsali" olarak kazınmak istenen Hacı Gümüş tiplemesinin aile yaşamı ve savunduğu fikirler bakımından müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kırk yıllık karısı boynunda haçla gezmektedir ve Hacı Gümüş eşini bırakın Hak dinine davet etmeyi, bu durumu sürekli "Hepimizi aynı Allah yaratmadı mı" diyerek kutsayıp durmaktadır.

Hacı Gümüş'e göre bir Allah vardır, bir de insanlar. Dinler, özellikle müslümanlık yoktur. Herkes Allah'la kendince bir bağ kurmakta, buna da "din" denilmektedir. Oysa herkesin karısı boynunda haçla gezse, kızı kilisede nikah kıydırsa ne güzel olacaktır!

Haydi karısını Müslüman yapmayı başaramamış diyelim, kızını da müslüman yapamamıştır bizim Hacı...Zaten bu durumdan şikayetçi de değildir, bilakis o böyle mutludur. Torunlarının hangi soya mensup olacağını bile merak etmemekte ve bizlere de bu hibrit hayatın güzelliklerini anlatmaktadır.

(Kızı "jasmin"in hangi dini tercih ettiği tamamen muğlak bırakılmıştır. Hristiyan bir gençle evlenmesine ve kilisede nikah kıydırmasına bakılırsa annesinin dinine daha yakın durmaktadır).

Hacı Gümüş'ün sık sık tekrarladığı üzere hepimiz Allah tarfından yaratılmışızdır, ondan gelip ona gitmekyetizdir; o zaman ne önemi vardır hangi dine mensup olunduğunun? Önemli olan, "büyük buluşma" olduğuna göre geriye İsa Mesih'in gökten inip hepimizi hıristiyanlığın şemsiyesi altına davet etmesini beklemekten başka ne kalmıştır?

İslamiyetin kadın-erkek mahremiyeti bakımından kesin olarak yasakladığı davranışlar da Hocefendi'nin karısına ve kızına mübahtır nedense.

Örneğin, Hocaefendi'nin karısı, New York'lu müslüman lideri canlandıran Danny Glover ile sık sık sarmaş dolaş olmakta, hatta Hacı'nın İstanbul'da serbest bırakılması üzerine yanak yanağa öpüşebilmektedir!

Hayır, bizce bir sakıncası yok da "Hocaefendilik" mertebesine erişmiş bir muhteremin nikahlı karısı (hıristiyan bile olsa) kocasının gözü önünde yabancı bir erkekle sarılıp öpüşebilir mi?

Hacı Gümüş der ki:

"Öpüşür"

Niye?

Çünkü, hepimizi aynı Allah yarattı!

(..)
......................

Filmde, bağnazlığın ve önyargının ister hıristiyanlıktan, ister İslamiyet'ten gelsin "kötü bir şey" olduğu vurgulanmaktadır. Hıristiyanların, müslümanlar konusundaki ön yargılarının miladı 11 Eylül'dür nedense.. Bu olayla birlikte bütün müslümanların terörist olduğuna inanmaya başlamışlardır, yoksa tarihte hâşâ böyle bir bakış açıları vâki değildir.

Özünde iyi insanlardır aslında, Müslümanlara saygılıdırlar. Evet, 11 Eylül'le birlikte bir önyargı sahibi olmuşlardır ama bizimkiler gibi işi domuz bağı yapmaya kadar götürmemekte, en fazla camiye ayakkabı ile girme nezaketsizliğini göstermektedirler. Belki bu davranışı bile hoş görmek gerekebilir, ne de olsa camiyi basan FBI şefi, kardeşini İkiz Kuleler'de kaybetmiştir...

Hristiyanların en kötüsü mavi gözlü FBI şefi gibi olurken, Batman'da yakalanan Hizbullah liderini canlandıran oyuncunun tipine baktığımızda; bizim müslümanlarda tipsizlik, cehalet ve kötülüğün haddi hesabı olmadığını görürüz (!)

İşte bu tipsiz ve de cani insanlar sayesindedir ki hıristiyan dostlarımız İslamiyet hakkında yanlış kanaatler edinmektedir. Oysa herkes, Hacı Gümüş gibi birer çantada keklik, birer kucakta karpuz, birer "our boys" olsa nasıl da mutlu olacağızdır!

Bu filmi çekenlere göre 11 Eylül'den doğan küçük bir önyargı dışında hıristiyanlığın hiç bir kusuru yoktur. Buna mukabil, Müslümanların arasında gani gani sapkın, terörist, cani kol gezmektedir. Zaten Irak'ta filan öldürülenler de bunlardır canım, yoksa namazında niyazında müslümanlar değil..

Filmin pek övünülen görselliğini Hollyood'tan ünlü bir görüntü yönetmeninin ücret mukabili gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Helikopterle gökdelenler üzerinden yapılan çekimler, Polis Akademisi yemin töreninde binlerce kişinin aynı anda topuk selamı vermesi, Ali Sürmeli'nin yaptırdığı zikir ayinleri vs. gibi sahneler "görkemliydi" ama yine de klasik Amerikan filmi sahneleriydi. Hizbullah evlerine yapılan baskın sahneleri de başarılıydı.

Türk sinema ve tiyatrosununn bütün tecrübeli oyuncuları seferber edildiğine göre oyunculuğun da başarılı olduğunu söylemeliyiz. Hacı Gümüş'ün daha ilk cümlesinde suçsuzluğuna iknâ olup "yavşamaya" başlayan Mustafa Sandal da, asosyal Türk Polisi tiplemesi Mahsun Kırmızıgül de oyunculuk mesleğinden gelmemelerine rağmen iyiydiler.

Hacı Gümüş'ün Bitlis'teki anasını canlandıran Suna Selen'in yüzündeki botoks ve operasyonla kaldırılmış kaşları, iyi oyunculuğa gölge düşürdü.

"Bilindiği gibi AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemizde artık işkence yapılmıyor olup insan hakları alanında önemli adımlar atılmıştır" gibi replikler ise tek kelimeyle utanç vericiydi. Neredeyse, "AB'den sorumlu Devlet Bakanımız Egemen Bağış, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor olup, kendisini en yakın zamanda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda görmek en büyük arzumuzdur" bile diyeceklerdi...

FBI'ın elinden operasyonla terör şüphelisi alabilecek kadar organize bir gücün başında bulunan şahsın sadece, "Buban gurban olsun sağa yavrıııımmm" deyip ağlayan sıradan bir "baba yüreği" olduğuna inanmamız da istenmiştir ki bu konuda "Aptal olduğumuza ilişkin vardır bir bildikleri" demekten başka bir yorum yapamıyoruz...

Film boyunca yanlış anlamalara meydan verebilecek bütün durumlar düzeltildi. Örneğin Fırat gibi dindar bir aileden gelen bir polis, normalde Hacı Gümüş'ten bu derece nefret edebilir miydi? Tabii ki edemezdi ve nitekim bu nefretin sebebinin bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı. Mahsun, babasını Hacı Gümüş'ün öldürmediğine hemencecik iknâ oldu ve Hacı'nın "eceli" modundan, Hacı'nın bodyguard'ı moduna geçiverdi...

Mantık çelişkileri hayli vardı. Örneğin, polis Fırat'ın babası 1973 yılında öldürüldüğünde Hacı Gümüş, en fazla 13 yaşlarında bir çocuktur. Dolayısıyla, Fırat'tan en fazla on-on iki yaş büyük olabilir. 1973'te 12 yaşında olduğuna göre 1961 doğumlu demektir. Oysa Hacı Gümüş Fırat'a "oğlum" şeklinde hitap edebilmektedir. Haluk Bilginer'in oynadığı Hacı ayrıca en az 60 yaşlarında bir adamdır.

Yanyana hücrelere konulan Hacı Gümüş ile "Deccal" olarak yakalanan Hizbullah lideri arasındaki fark; veresiye veren bakkal ile peşin alan bakkal arasındaki farkı resmeden esnaf afişi gibiydi. Bak Ali Bak. İşte Gerçek Müslüman...Ali Bak Ali. İşte Pis ve Terörist Müslüman!

Filmin en önemli sahnesi, Hacı Gümüş'ün polis Fırat'ın dedesi tarafından öldürüldüğü sahnedir. Ölmeden önce geçmişteki menfur olayla yüzleşmeye ve de karısını ve kızını (nedense) polis maaşından başka geliri olmayan (üstelik yeni tanıdığı -ve de üstelik -karısı ve kızının hiç de böyle bir ihtiyacı yokken) Fırat'a emanet etmeye vakit bulan Hacı, şehadet getirmeyi aklına getirmemiştir.

"Nasıl olsa aynı Allah'a gitmiyor muyuz"

diye düşündüğünden ölmeden önce şehadet getirmeyi gereksiz buldu belki de... 



http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3278&mforum=entellektuel

16 Kasım 2010 Salı

Paranın Ritmi Müziğin Ritmini Bozdu

Eske Bockelmann ile "paranın ritmi" hakkında söyleşiye sunuş


“Bana bir dayanak noktası gösterin, Dünyayı yerinden oynatayım.”
Archimedes

Aydınlanmacıların filmlere ve romanlara konu olan gizli örgütü Illuminatus’un İspanya hücresi 1624 yılında gizli bir kitap yayımlar ve kitapta, insanlara sunulacak yeni bir evrensel dinden söz eder. Öyle basit ve etkili bir din olacaktır ki, ona inananlar, aynı zamanda kendi dinlerine de inanmaya devam edebileceklerdir. (1) Bu anafikir, sonradan çok daha detaylandırılır ve Fransız İhtilali’nden hemen önceki yıllarda Illuminatus’un gizli belgelerinde, konu hakkında bazı mistik ve metafizik detaylar da yer alır. Mesela 1782’den kalma bir belgede, örgüt elemanlarına verilen genel talimat aynen şöyledir: “Bizim bütün elemanlar aynı sese göre akord edilmeliler (...) Birlikte, bütün dünyaya nüfuz edebilmeliler (...) Hepsi, büyük plan için çalışmalı.” (2)

Illuminatus veya Illuminati, Aydınlanmacıların en önemli mistik örgütlerinden biriydi. Artık böyle bir örgüt elbette yoktur. Olsa bile, -komplo teorisyenleri üzülecekler- kapitalist sistemin tek tek kişiler/devletler/örgütler tarafından yönetilmesi zaten mümkün değildir. Ama Illuminati’nin (Aydınlanmışların) fikirleri, bugün herkesin çok doğal saydığı ve körkütük inandığı, ama üçyüz yıl önce dünyada esamisi okunmayan fikirlerdir: Eşitlik, özgürlik, demokrasi, insan hakları, ilerleme vd. Bugün herkesin aşinası olduğu modern bilim fikrinin benimsenmiş yaygın halini de ilk kez Illuminati’de görüyoruz.

Illuminati talimatındaki “ses” sözcüğü, Almanca bir deyimden alınmış haliyle ‘üyelerin hepsinin aynı fikirde olması’ diye de anlaşılabilir. Ama böyle bir “ses” var mıdır, varsa nedir ve insanlar bir sese göre nasıl akord edilebilirler? Kulağa masal gibi gelen böyle irrasyonel sorular sorup, sağlam bilimsel yanıtlar da alabiliriz elbete. Bu söyleşinin kahramanı Eske Bockelmann, böyle sorulara sağlam yanıtlar veren bir bir bilim adamı. İnsanların belli bir ritme göre nasıl akord edildiklerini, o “ses”in ne olduğunu, ne zaman nerede tarih sahnesine çıktığığını ve dünyaya nasıl yayıldığını ortaya çıkartmış oldu.

Mesele elbette bundan ibaret değil.
Eske Bockelmann, 512 sayfalık derin bir kitapla sansasyonel buluşunu ve anlamını detaylarıyla açıklıyor. Kitabın önemi, kapitalist sistemin mental matrisinin (yani temel dokusunun), en küçük ana bileşenlerinin ne olduğunu keşfedip, derinlemesine anlatmasından geliyor. Örneğin suyun temel bileşenleri Hidrojen ve Oksijen atomlarıdır. Bunu bilmek, suyun birçok başka özelliğini de çözmek/değiştirmek için son derece önemlidir. Kapitalist sistemin mental matrisi nedir, nasıl birşeydir, nasıl bir “maddeden” ve “moleküllerden” imal edilmiştir?! Bunun bilinmesinde sonsuz yararlar var. Eskiden vebadan millyonlarca insan ölürken, kimse bu hastalığın aslında ne olduğunu bilmiyormuş ve salgın bölgelerinden kaçarak, dualara sığınarak, hastalıktan kurtulmaya çalışıyormuş. Bu berbat hastalığın, gözle görünmeyen küçük mikroplar ve fareler tarafından yayıldığı anlaşıldıktan sonra ona karşı ilaçlar geliştirilebildi. Şimdi anlaşılma sırası kapitalist sistemde. Chemnitz Teknik Üniversitesi’nde dersler veren dil uzmanı (linguist) Eske Nockelmann, kapitalizmin bir tür mikrobunu keşfetmiş bulunuyor!

Şaka bir yana, iklimleri ve insanları tehlikeli ölçülerde bozabilen kapitalist sistem, bu özelliğiyle vebadan daha tehlikeli olabilmektedir. Herşeyden önce ‘kapitalizm’ kavramı, iki yüzyıl öncesinin ‘veba’ sözcüğü gibi büyük ölçüde soyut bir kavram sayılmaya devam edilmektedir. Vebaya karşı mücadelede kireç ve ateş metodu terkedileli yüzyıllar oldu. “İşçi sınıfı” veya “Burjuvazi” gibi çakaralmaz eski kavramlarla günümüzün karmaşık sistemini açıklamak ve sorun çözmek de artık pek mümkün görünmüyor. Bockelmann’ın keşfi, bu bağlamda önem taşıyor.


Özgür düşünen, araştırmacı, şiir ve müzik hayranı bir bilim adamı Eske Bockelmann. Günümüz şiirindeki ritmin şiire nereden ve nasıl geldiğini merak edip araştırmaya başlıyor. Antik dönemlerdeki şiirin düzenli bir ses ritmine sahip olmadığı, zaten bilinmekteydi. Eski, ritmsiz şiirin ne zaman ritm kazandığını araştırıken, 1620’li yıllarda bu değişimin sadece Avrupa’da olduğunu farkediyor. Araştırmasını derinleştirince, benzeri değişimin müzikte de olduğunu ve şiirdeki değişimle aynı dönemde ve aynı bölgede ortaya çıktığını görüyor. Kitabında sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkileri, ritm değişimi açısından çok boyutlu bir incelemeye tabi tutuyor. Ve sanat düşkünü bilim adamı, şiir, müzik derken, hiç ummadığı sularda buluyor kendini. 1620’li yıllarda paranın, toplumun her alanına hakim olduğu Avrupa’nın bazı şehirlerinde/bölgelerinde yeni bir refleks edindiklerini, yeni bir ‘Düzenli Ritm’ (Takt) duygusu oluşturduklarını ve bu ritmin, toplumların her alanını hızla işgal ettiğini anlıyor. Bu öyle bir gelişme ki, değişimin sonucunda; düzenli ritmli yeni müzik/şiir, düzensiz (dönüşümlü) ritmli eski müziği/şiiri reddediyor. Bununla da yetinmeyip, eskiyi (tarihi), yeni ritm duygusuna göre yeniden yorumluyor.

Bu “mistik” temel üzerinde oluşturulan yeni kavramlar sistemiyle (ontoloji); kültürü, tarihi, bilimi, müziği vs. -yeni ritm duygusuna göre- geriye doğru yeniden yorumluyor (mesela tarihi, geriye doğru yeniden yazıyor). Eski düzensiz/dönüşümlü ritm, belleklerden ve kitaplardan siliniyor.
Eske Bockelmann, büyük bir şaşkınlık içinde, bu büyük değişimin nedenini, aklına gelen her alanda ve konuda arıyor. Ve sonunda birgün, yıldırım çarpmış gibi, bütün bu değişimlerin ortak paydasını keşfediyor. Bu değişimin, paranın meta/mal değiş-tokuşu işleminden kopmasıyla ve meta/mal’dan bağımsızlaşmasıyla yaşandığını keşfediyor. O dönemde paranın, başlı başına bağımsız bir faktör haline geldiğini anlıyor. Cinin şişeden -nihayet- çıkmasına benzer bir durum!

Avrupa’da yaşanan bu köklü paradigma değişikliği sonucu, sahip olmak istenen her mal/hizmet için para, tek araç haline gelmiştir. Düzenli ritmin ortaya çıktığı şehirlerde, para olmadan hiç bir ama hiçbir mal/hizmet satın alınamamaktadır. Oysa daha önce para, herşey için kullanılmamaktaydı, insanlar yiyeceklerini/giyeceklerini, karşılıklı dayanışma ile kişiye özel üretmekteydiler. O zamana kadar, sadece ‘değerli’ tarifine giren bazı şeyler para karşılığı alınıp-satılırken, 1620’lerden itibaren herşey paranın bir karşılığı olarak düşünülmeye başlandı. Yani insanlar, baktıkları heryerde ‘para’ görmeye başladılar ve gördükleri şeyleri, “bunları nasıl paraya çevirebiliriz” diye düşünmeye başladılar.

Eskiden mal/ürün esas, -para tali iken; “7’inci Yüzyıl başından itibaren meta/mal tali, -para esas hale geldi. Yeni haliyle para, soyut bir kavram olarak, karşılığında birşeyler alınabilen gerçeküstü bir değer halinde yeniden ortaya çıktı. Daha önce insanlar, gerçek şeylere odaklı bir hayat sürüyorlardı. Para, bir suret olarak aslın yerini aldı.
Para, kağıt bir banknot olarak kendi başına değersizdir, el kadar bir kağıt parçasıdır. Fakat herşeyi, kendi arasında bir birim (para) ortak paydasında ilişkilendirerek, onların hepsini kendi (parasal) yasalarına uydurur ve herşeyi belli birimlerle yorumlamaya başlar. Mesela suyun ltresi bir Lira ise, dünyadaki şu kadar katrilyon litre suyun fiyatı da şukadardır diye, aklın erdiği her şeyi kendi kriterleriye değerlendirip paraya indirgemeye başlar.

Bu ölçü sistemine göre, bir memurun aylık değeri de (maaşı) bin Lira olabilir. Buna göre su ile insan, para bazında ve para üzerinden birbiriyle orantılanabilinen iki meta/mal cinsi olarak ilişkilendirilebilir. Bu denklemde ritmin kökeni, o ‘1 Lira’dır. Esasen heryerde o ‘1 Lira’yı ve katlarını gören insan, herşeyin birbiri ardından belli düzenli aralıklarla birbirini kovaladığı ‘1 Lira’lık düşünme biçimiyle tarif ettikçe -yani herşeye fiyat biçtikçe- düşünce biçiminde de, eşit uzunlukta birbirini takip eden bir düzenli ritm kurmaktadır. Ve ruhlara sinen bu düzenli ritm (takt), ilk ifadesini müzikte ve şiirde bulmaktadır.

Düzenli ritmli popüler Batı müziğinin bugün tüm dünyayı saran çıs-ta çıs-tak çıs-tak’ları, bu ruh halinde ortaya çıkmıştır. Eska Bockelman konuyu, muhteşem bir detay zenginliği ve derinlikle anlatmakta, bu değişimin nedenleriyle birlikte sonuçlarını da incelemektedir.
Eske Bockelmann’ın keşfi, Avrupalı entelektüeller arasında da yankı buldu. Büyük gazetelerde kitabı hakkında yazılar çıktı (4). Konu şimdilik, Edison’un ampülü keşfinden sonra “bu ne işe yarar” sorulması aşamasında. Konunun anlamı, yıllar içinde anlaşılacaktır kuşkusuz. Yazar, ‘Modern filozoflar dünyayı anlamamışlardır’ diye başlayan iddialı cümleler kuruyor ve şimdilik kimse, ona itiraz edemiyor.

Paranın insan ruhunu nasıl değiştirip kendi kalıbına döktüğünü anlatırken, şimdi tartşılmaz “doğru” sayılan “köklü” birçok bilimsel disiplinin bile nasıl tepetaklak olabileceğinin işaretlerini de verdi.
Dünyanın tek tip haline getirilmesinin kökeninde, insanların para odaklı düşünme biçiminin bulunduğunu söylemek, artık abartılı olmasa gerek. Modern müziğin, bu parasal ruh halini kuvvetlendirmek gibi bir rol oynayabildiğini düşünmek bile, insana bilim-kurgu hikayesi kadar fantastik geliyor. Düzenli ritm, yerel müzikleri de kendi kalıbına dökerek, onları poplaştırıyor. Bunu yaparken, eski müziklerin özünü yokediyor. Oysa eski Türk, Çin, Hint, Fars, Avrupa müzikleri, insanlığın para çağı öncesi ruhuna açılan bir kapı olmak özelliğine sahipler.

Tektipleşmemiş dünyanın, karakterli, özgün ve derinlikli kültürlerinin/uygarlıklarının taşıyıcısı ve belki çok daha fazlası, Batı müziği kalıbına dökülmemiş o eski müzikte saklı. Bockelmann’ın deyimiyle ‘Paranın ritmi’, elbette müzikten ibaret değil, ama dünyanın ve insanlığın çok boyutlu bozulmasının öznesi, para ilişkileri. ‘Paradan daha önemli şeyler de vardır’ sözünün somut ifadelerinden biri, eski müziği eski haliyle yaşatmaktır. -Yani onu düzenli ritm kalıbına, Batı müziği kalıbına dökmemektir. Tabii para ilişkileri günlük hayatta belirleyici olmayı sürdürdükçe bu çok zor. Gene de eski müziği ısrarla yaşatmak gerekiyor. Düzensiz/dönüşümlü ritmli Türk müziğinin Türkiye’de hala yaşadığını, sevildiğini ve halkın bu müziği unutmayıp sahip çıktığını duyunca, Eske Bockelmann üşenmeyip İstanbul’a da geldi ve birlikte bir Klasik Türk Müziği konserine gittik. Şahit olduğumuz konser, tüm etkileyici güzelliğine rağmen bir istisnaydı malesef. Ama başka ülkelerdekinde daha büyük bir istisna. Umutlandıran bir istisna...


1. Horst E. Miers, “Lexikon der Geheimwissenschaften” Münih 1979. S.21.
Illuminati’nin İspanya hücresinin üyelerine ‘Alumbrados’ denmekteydi. Burada sözü edilen “evrensel din”in adı, örgüt tarafından ‘Religio Catholica RC’ konmuştur. ‘RC’ harfleri, esrarengiz ‘Gül Haç’ tarikatına atıfta bulunmaktadır.
2. ‘Der aechte Illuminat oder die wahren, unverbesserten Rituale der Illuminaten’ Edessa (Frankfurt) 1788. S, 207. Bavyera Devlet Arşivi (El yazmaları bölümü) Münih.

3. Eske Bockelmann “Im Takt des Geldes. Zur Genese des modernen Denkens” Springe 2004. S, 225.
4. Eske Bockelmann’ın ‘Paranın Ritmi’ adlı kitabı hakkında çıkan yazılardan bkz.: Süddeutsche Zeitung’da Thomas Steinfeld’in 2.8.2004 tarihli “Klingende Münze” başlıklı yazısı. Frankfurter Allgemeine gazetesinde Andreas Platthaus’un 14.5.2004 tarihli, “Alles Denken ist auch nur Rumba” başlıklı yazısı.

Füze kalkanınıza da .... Amerika'nıza da .... AB'nize de .... NATO'nuza da .... İşbirlikçilerinize de....


15 Kasım 2010 Pazartesi

Üniversiteler çözüm üretemiyor: Cemiyet halinde ve fert fert topyekun yanıyoruz !..

Gündem sürekli değişyor.

Yeni zenginler, yeni medya patronları oluşuyor...

Ahlaksızlık, suç, ve kültürel yıkım yaygınlaşıyor.

Aileler dağılıyor.

küçük işletmelerr batıyor.

Bankalara borçlanıyoruz !

Yabancı yatarımcı ülkeyi hızla kuşatıyor...

Hastahaneler "hospital"leşiyor.

Lokanatalar "food" şirketlerine dönüşüyor...

Köşe başı yabancı isimli işletmelerle dolmuş...

Çocuklarımız "lory'nin oyuncak kutusu" şarkılkarıyla büyüyor.

Güven azalıyor...

Sadakat bitiyor...

Mimari çökmüş...

Füze kalkanları kuruluyor ve ülkemiz hedef haline geliyor...

Ordu da yıkım projeleri uygulanıyor...

Devlet halinde cemiyet halinde fert halinde savunma reflekslerimiz kırılıyor.

Gençler kitap okumuyor.

Gençler kültürsüzlüğe mahkum edilmek isteniyor...

mahfoluyoruz...

Yanıyoruz...

Cemiyet halinde fert halinde...

yanıyoruz!..

Üniverisitelerden ses çıkmıyor.

Üniversiteler çözüm üretemiyor!..

Yanıyoruz...

Topyekun cemiyet halinde ve fert fert yanıyoruz !..

Üniversiteli Blog
15.11.2010

7 Kasım 2010 Pazar

"Görev küresel efendilerin medyasını işlevsiz kılmaktır…"

Kıs Kıs Gülüyorlar
Banu Avar
 
Bir yarışma var ekranda ; 5 yaşında bir çocuk, Berlinde. Hemde annesi getirmiş onu bu sirke!

08 Kasm 2010
Anadolu Haber

Işıl ışıl kendine büyük gelen takım elbisesi, yüzünün yarısını kaplayan ışıltılı fötr sapkası, bir eli eldivenli, küçücük bedenini eğip bükerek Michael Jackson olmaya çalışıyor. Belli ki günlerdir bu ana hazırlanıyor…

Yaşamını küresel bir sembol olarak geçirip, şüpheli bir ölüme giden bir pop şarkıcısı, kimbilir hangi rüzgarın Almanya’ya attığı bir Türk ailenin 5 yaşındaki oğlunu esir alıyor…

Küçücük bir çocuk sirk maymunu gibi ‘ünlü jüri’nin önüne atılıyor. 5 yaşında hayatının ilk yarışmasına katılıyor, kan ter içinde Amerikalı pop sembolü olmak için vargücüyle uğraşıyor… …

Ardından yaşamını sahne ışıkları altında garantileme umuduyla kendini jüri ve kameralar önüne atan diğer yarışmacılar, birer ‘yürek ağrısı’ bir nevi ‘işkence’ gibi Amerikan pop sembollerini canlandırıyorlar! Ünlü jüriye övgüler düzüyorlar…

15, 20, ve hatta 5 yaşında Türk çocukları, vatanlarından ‘sürülmüş’ dedelerinin anıları ve Almanlaşan hayalleriyle sahnedeler. Küresel sermayenin çarkları arasında ince ince kıyılıyorlar. …

‘Amerikalı’dan çok Amerikalı’ gibi oldukları için saygıdeğer jüri üyelerinden övgüler alıyorlar.

İşte buydu anlatmaya çalıştığımız… İşte ekranda çocuklarımız. Hepsi kıvrılıp dökülüyor, hepsi İngilizce şarkıları sular seller gibi okuyor.. Hip hopu Amerikan varoş delikanlılarından daha iyi yapıyor!

Ne demişti küresel efendiler , yarım asır önce: ‘Hedef ülkelere sadece sermayemizi değil, geleneklerimizi, kültürümüzü yerleştirmeliyiz!’ (Max Weston Thornbourg, Oltadaki balık Türkiye, Emin Değer)

Ekranda eski bir konsolosluk çalışanı Zeki Müren taklidi yapıyor, 4 Makedonyalı Türk, hip hopla kendinden geçiyor, babası Nijeryalı annesi Türk bir genç kız blues döktürüyor. Annesi sahne kenarından yavrusunu alkışlıyor… Ünlü jüri kah kahkahalara boğuluyor kah ‘hayır!’ diye haykırıyor, birinin umutlarını söndürüyor…

Salon eğleniyor, Almanya’daki Türkler aralarından çıkanlara aynaya bakar gibi bakıyor…

Benim yüreğim ağrıyor!!!

Seyretmeyin bu kanalları! Onurunuzu oyuncak etmeyin hokkabazların elinde! Ellerini ağzınızdan sokup midenizi söküyorlar, zehir ekiyorlar ülkenize! Her şeyinizi alıp şebekleştiriyorlar sizi. Küçücük çocuklarımız kan ter içinde kötü kopyalar olarak sahnede kıvranırken, kıs kıs güldüklerini duymuyor musunuz! Siz seyrederken kanınızı emiyorlar, meze yapıyorlar içkilerine beyninizi!

Görev ne diye soranlar!

Görev küresel efendilerin medyasını işlevsiz kılmaktır…

İzlemeyerek!

Banu AVAR, 8 Kasım 2010
 Entellektüel Forum

Artık Birisi Şebek ve Şebekliklere Dur Demeli...
  
Mehmet Selim

08.11.2010





O gün hayatımın dönüm noktalarından birisini yaşamıştım...

D, bana  dostlar, düşmanlar ve şebeklerden bahsetmişti...

Açık söylemeliyim o gün D'nin şebek dediği tipleri ve o zümreyi anlamamıştım...

D de biliyordu anlamadığımı bu bana her fırsatta anlatmaya çalışmasından belliydi...

Artık anlar gibiyim...

Bilemiyorum ki  ne kadarını anladım ?..

Kimi yerde karşımıza çıkan bu şebekler kendilerine "sanatçı" diyebiliyorlardı...

Sanat ve şebeklik...

"Sanatçı nasıl olmadır." sorusuna pek yanıt veremem ama Şebeklik nasıl olur bugün bir miktar görebiliyorum.

Usta şebekler, genelde şöhretlidirler.

Kendilerine her zaman ve her konuda söz verilir.

Kendi boş kafalarından çok ses çıkar aldanmamak lâzım...

Mevcut sanatsal birikimi kendi seviyesiz oyunlarına alet ederler yani tam birer sanat düşmanlarıdır.

Talihsizliğe bakın ki yaptıklarına sanat derler...

"Belaltı" en büyük malzemeleri sayılabilir...

Sanatı bile "belaltına" çekerler...

Sahte gündem oluşturmak için toplumun tepkkisini çekecek salak laflar ederler...

Ve bu salak laflar her an gündemimize oturabilir...

D bana demişti ki : "Şebeklerin zihnini dağıtmasına izin verme."

Artık şebeklerin dünyasına ait her şeyi çöpe attım...

Ama şebekler her köşebaşını tutmuş vaziyette...

Dev reklam panoları şebek ve şebeklik resimleriyle dolu...

Televizyonlara ne demeli ...
Ne yazık ki gazetelerde de durum farksız...

Ve İnternet... Şebekliğin  ana üssü haline dönüşmüyor mu ?

Artık şebekler ülkemiz için bir tehdit oluşturmaya başladı...

Ülkemizi şebekleştirmeye çalışıyorlar !

Savunma reflekslerimizi kırıyorlar !

Kültürümüzü bozuyorlar !

İrademizi zorluyorlar !

Kısca ülkemize karşı, topyekün psikolojik bir harekat düzenleniyor ...

Artık birisi şebek ve şebekliklere dur demeli !..

6 Kasım 2010 Cumartesi

Üniversiteliden Örnek Davranış

Üniversite öğrencisinden Aşk-ı Memnu ve Çok Güzel Hareketler Bunlar programları hakkında suç duyurusu

 

12 Mayıs 2010 

Çarpık ilişkileri konu edindiği için tepki toplayan Aşk-ı Memnu dizisi ve yönetmenliğini Yılmaz Erdoğan'ın yaptığı 'Çok Güzel Hareketler Bunlar' adlı komedi programı hakkında suç duyurusu yapıldı. Konya'da bir üniversite öğrencisi tarafından Konya Cumhuriyet Başsavcılığı'na verilen şikâyet dilekçesinde, her iki programın da Türk aile yapısını olumsuz etkilediğine dikkat çekildi. Zaman gazetesinin haberine göre; Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) hakkında da 'bu programlara göz yumduğu' gerekçesiyle işlem yapılması istendi. Selçuk Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi İsmail Sezer, başvurusuyla ilgili şunları söyledi: "Aşk-ı Memnu dizisi ve 'Çok Güzel Hareketler Bunlar' adlı program Anayasa'da yer alan 'ailenin korunması' hükmüne aykırı. Her iki program da aile yapısı, milli kültür, insan onuru ve temel insan haklarına aykırı. Yine adı geçen programlarda müstehcenlik söz konusu. Hem Aşk-ı Memnu dizisinin senaristi ve televizyon kanalı sorumluları hakkında şikâyette bulundum hem de RTÜK başkanı ve üyeleri ile ilgili de görevi kötüye kullanmak ve ihmalden dava açılmasını talep ettim." Şikayet dilekçesi, gereğinin yapılması için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na iletildi. netgazete


RTÜK'e en çok şikayet edilen dizi, Aşk-ı Memnu

07 Ağustos 2010 Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'na (RTÜK), 2010 yılının ilk altı aylık döneminde izleyicilerden gelen şikayetler, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 19 artarak, 36 bin 177 adetten 43 bin 64'e yükseldi. Tüm program türlerinde gelen şikayetler geçen yıla göre azalırken, yerli diziler şikayet konusunda diğer programlara fark attı. Bir başka deyişle üst kurula gelen tüm şikayetlerin yarıya yakının sadece yerli diziler hakkında olduğu belirlendi.
Geçen yılın ilk altı aylık döneminde de en yüksek oranda şikayet edilen program türü olan yerli dizilerle ilgili en fazla öne çıkan şikayet gerekçesi, "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık" oldu.

"Program Kaldırılsın" şeklinde gelen şikayetlerin yüzde 71'inin ve "Milli ve Manevi Değerlere Aykırılık" konulu kriterlere ilişkin şikayetlerin yüzde 70'inin dramatik dizilerde yoğunlaşması, yılın ilk altı ayında bu konulardaki hassasiyetin, yoğun olarak yerli diziler hakkında yaşandığını ortaya koydu.

En çok şikayet edilen dizi, bu program türündeki şikayetlerin yüzde 53'ünü tek başına alan "Aşk-ı Memnu" oldu. Aşk-ı Memnu'yu "Melekler Korusun" ve "Türk Malı" adlı diziler izledi. RTÜK'ün 444 1 178 İletişim Merkezine ve web sitesine, 2010 yılı nın ilk 6 ayında izleyicilerden gelen şikayetlerin yüzde 44'ünün diziler, yüzde 11'inin direnç yarışmaları, yüzde 8'nin reklam kuşakları, yüzde 5'inin dramatik ögeler içeren eğlence programları ve kuşak programları, yüzde 4'nün haber bültenleri hakkında olduğu belirlendi.

İzleyicilerin en çok "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırı lık" ile "Çocukların ve Gençlerin Korunması" gerekçeleriyle şikayette bulundukları tespit edildi. "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık" kriteri, 2009 yılının ilk altı aylık döneminde yüzde 9 oranında gerçekleşmişken 2010 yı lının ilk altı aylık döneminde ciddi bir yükselişle yüzde 19 oranında değer aldı.

Geçen yılın aynı dönemine göre direnç yarışmalar ıyla ilgili şikayetler toplam içinde yüzde 13'den yüzde 11'e, reklam kuşaklarıyla ilgili şikayetler yüzde 10'dan yüzde 8'e, kuşak programlarıyla ilgili şikayetler yüzde 7'den yüzde 5'e, haber bültenleriyle ilgili şikayetler ise yüzde 6'dan yüzde 4'e geriledi.

"Yemekteyiz" programı direnç yarışmaları içinde 3 bin 417 adet bildirimle (yüzde 73) en fazla şikayet edilen program oldu. Yemekteyiz programını, şikayetlerin yüzde 10'unu alan "Evcilik Oyunu" ve şikayetlerin yüzde 6'sını alan "Fear Factor Extreme" adlı programlar takip etti.

Dramatik ögeler içeren eğlence programlarına yönelik olarak kaydedilen bin 188 bildirimin yarısından fazlası (yüzde 59) "Çok Güzel Hareketler Bunlar" adlı programa yönelik olarak kaydedildi. Bunu "Olacak O Kadar" ve "Haneler" adlı programlar izledi. Bu programlar sırasıyla "Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık", "Çocuk ve Gençlerin Korunması" ile "Cinsellik ve Müstehcenlik" konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildi.

Ocak-Haziran 2010 döneminde kuşak programları hakkında kaydedilen 2 bin 51 adet bildirimin 433 adedi (yüzde 22) "Esra Erol'da Evlen Benimle", 257 adedi (yüzde 13) "Zuhal Topalla İzdivaç" ve 223 adedi (yüzde 12) "Müge Anlı ile Tatlı Sert" adlı programlar hakkında oldu. Bu programlar "Kişiye Yönelik Şikayet (Sunucu ya da Katılımcı)", "Kişilik Haklarına Aykırılık/Hakaret" ve "Ayrımcılık (Dil, Din, Irk)" konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildiler.

"Haber Bültenleri" konusunda en fazla şikayet edilen kanallar ise sırasıyla "Atv", "Kanal D" ve "Star TV" oldu. Yılın ilk 6 aylık dönemi itibariyle bu kanallardaki haber bültenlerinin yüzde 28 oranında "Kişilik Haklarına Aykırılık/Hakaret", yüzde 25 oranında "Taraflı Yayıncılık" ve yüzde 13 oranında "Toplumu Yanıltma" konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildiği belirlendi. 


netgazete
 http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=2387&mforum=entellektuel