Üniversiteli BLOG'a Destek

13 Aralık 2010 Pazartesi

Üniversitelileri Susturamazsınız !


Üniversiteliler…

Onlar köşe yazarı değil…

Susturamazsınız…

Kovdurtamazsınız, patronları yok, patronların ihale mihale işi yok…

İkiyüzlü ve yalaka değiller…

Cumhurbaşkanı’nın uçağına binme dertleri olmaz, dolmuşa biner garibim, olmadı yürür de gider…

*

Üniversitelileri susturamazsınız…

İşadamı değil üniversiteliler…

Yatırımları ceplerindeki buruşuk yirmilik, bilemediniz elliliktir… Mülkleri bir çanta, bir yurt dolabındaki iki tişört, bir pantolon…

Diyelim ki üzerlerine vergi müfettişlerini gönderseniz, çıkamazlar o çaresizliğin, umutsuzluğun içinden, ağlayarak dönerler…

*

Onları susturamazsınız…

YÖK başkanı değiller…

Himmet beklemezler, ki minnet duysunlar…

Ne rektördür onlar, ne dekan…

Kibirli ve mağrurdurlar… Gururları boylarından büyüktür... Eh, doğal olarak dilleri de ayakkabılarından…

*

Susmazlar…

Bürokrat değiller…

Mesela makam mevki sahibi… Masa okulun malı, birisi alıp götürmesin diye bank yere çakılı...

Lojman; bir odada dört kişi…

Makam aracı; bir çift eski spor ayakkabı, teki dikişli…

*

Üniversitelileri susturamazsınız…

Hani olsalardı milletvekili…

Ne yeniden aday olmak için baş sallama zorunlulukları var, ne geveze genel başkan her konuştuğunda alkışlama, ne talimatla el kaldırıp indirme dertleri…

Ne de kurşun askerlerdir üniversiteliler…

*

Bakımsız bedenleri vardır ve koca yürekleri…

Hayal kurarlar ve hayalleri değişir her gün…

Afrika’daki açları konuşurlar, çoğu yuvalarından uzak, anne yemeklerinin kokusunu özlerken… Küresel sömürüyü dert ederler, otobüs duraklarında beklerken, soğuktan iki büklüm…

Dürüst ve mertler bize göre, korkutmak faydasız…

Bir millet sustu ya…

Üniversitelileri susturamazsınız…


cumhuriyet gazetesi

5 Aralık 2010 Pazar

Üniversitelilere Hukuk Dışı Uygulama !


Üniveristeli Blog olarak, arkadaşlarımızı cesaretlerinden dolayı kutluyoruz ve hukuk dışı uygulamalarından ötürü Hükümeti kınıyoruz !



Başbakan’ı protestoya cesaret eden öğrenciler biber gazı ve cop yedi, yerlerde sürüklendi.
 
AKP’nin referandum sonrası çiğnemeye başladığı ’ileri demokrasi’ sakızı, Ankara’dan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı protesto etmeye gelen öğrencilerin polis tarafından İstanbul’a sokulmamasıyla tamamen çürüdü. Öğrencilere uygulanan sertliğin dozu dikkat çekiciydi. 
 
Açıkça anayasal suç işlendi
ÖĞrencİlerİn polis tarafından Çamlıca’da durdurulup Ankara’ya geri gönderilmesiyle anayasal hakları olan seyahat özgürlükleri de açıkça ellerinden alınmış oldu. Çamlıca gişelerde kimlik kontrolü yapan polis 3 saat tuttuğu öğrencileri geri yolladı.
 
Protestoculara 1 yıl 3 ay hapis
Kocaelİ’den gruba katılan yaklaşık 40 kişinin İzmit’te yürüyüş yapmak istemesine de polisin cevabı çok sert oldu. Çıkan arbede sonrası 10 kişi gözaltına alındı. Geçen yıl Erdoğan’ı protesto eden 18 öğrenci de hapis cezasına çarptırılmıştı.
 
‘Protestocu’ acılımı!
Başbakan Tayyip Erdoğan, rektörlere ‘demokratik açılım’ı anlatırken, tepki için İstanbul’a gelmek isteyen öğrenciler kente sokulmadı. Şehirdekilere ise polisin müdahalesi sert oldu

Haber: Sümeyra YILMAZBaşbakan Tayyip Erdoğan ikinci kez rektörlerle bir araya geldi. Başbakan Erdoğan burada ’demokratik açılımı’ve ülkede domokrasinin nasıl geliştiğini anlatırken, güvenlik güçleri protestoculara göz açtırmadı. Başbakan’ı protesto etmek için ise bir grup öğrenci 3 otobüsle Ankara’dan yola çıktı. Ancak polis öğrencileri Çamlıca gişelerinde durdurdu, İstanbul’a sokmadı. Gişelerde kimlik kontrolü yapılan öğrencilen 3 saat sonra geri gönderildi. Ancak Kurtköy’de bir dinlenme istasyonunda öğrenciler mola verdi. Polis öğrencilerin burada durmasına izin vermedi. Kurtköy’de otobüslerden inmek isteyen öğrencilere polis izin vermedi. Polisle öğrenciler arasında arbede yaşandı. Polis, uyarıları dikkate almayan öğrencilere biber gazı sıkarak müdahale etti. Bazı öğrenciler fenalık geçirdi. Erdoğan’ın İstanbul’daki rektörlerle buluşmasını protesto etmek isteyen öğrenci grubunun İstanbul’a girişine izin verilmemesinin ardından Kocaeli’den gruba katılan yaklaşık 40 kişi, İzmit’te izinsiz yürüyüş yapmak istedi. 

Çok sayıda gözaltıPolis gruba müdahale etti. Grup üyeleri polise yumurta attı. Çok sayıda kişi gözaltına alındı. Bu arada, Dolmabahçe’de de protesto gösterileri vardı. Erdoğan’ın rektörlerle buluşmasını protesto etmek isteyen öğrenci gençlik sendikası üyesi bir grup Dolmabahçe’deki çalışma ofisine yürümek istedi. Polis tarafnıdan uyarılan grup yürüyüşe devam edince polis biber gazıyla müdahale etti. Gazdan etkilenenler kafelere dükkanlara sığınırken polis önlemlerini artırdı. Grup üyeleri tekrar yürüyüşe geçmeye çalışınca polisin müdühalesi sert oldu.  Burada 10 kişi gözaltına alındı. Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürü Osman Yıldırım ise, polisle çatışan gruptan bazı kişileri gözaltına almak istedi. Ancak grup üyeleri ellerindeki bayrak direkleriyle ilçe emniyet müdürüne saldırmaya başladı. Zor durumda kalan Yıldırım’ın yardımına çevik kuvvet polisleri yetişti. Polislerin müdürlerine saldıran eylemcilere müdahalesi çok sert oldu. Bundan yaklaşık 1 yıl önce İTÜ’de Başbakan Erdoğan’ı protesto eden 18 öğrenciye 1 yıl, 3’er ay hapis cezası verilmişti. kişi gözaltına alındı. 


Yeniçağ

3 Aralık 2010 Cuma

Wiki Sızıntı Neden Sızdırıldı?



 Banu AVAR 
 
30 Kasm 2010 
 
Aylar önce durum anlaşılmıştı: Amerika imparatorluğunun denetimindeki çeşitli basın yayın organlarında cyber attack (siber saldırı) cyber warfare (siber savaş) başlıkları yeralmıştı. Ve giderek benzer haberlerle kulaklar doldurulmaya başlandı 

Bill Clinton ve Bush’un anti terör danışmanı Richard Clark ‘Siber saldırı Amerika’yı 15 dakikada yokeder!’ başlığıyla gazetelerde yeraldı. Onu başkaları takip etti.. Amerika kendini ‘elektronik Pearl harbour’ a karşı korumalıydı! 

2007’de Pentagon’un bilgisayar sistemi çökertilmemiş miydi! 

Şimdi de işte WİKİ LEAKS ortalığı karıştırmaktaydı…NATO, ABD, BATI siber saldırıyla karşı karşıyaydı. O zaman ÖNLEM almak lazımdı! 

Psikolojik harp oyunu 

Obama ‘Önlemler gözden geçirilsin!’ diye kükredi 

Açıklanan belgelerin önemli bölümü ‘hedef ülke’ Türkiye ve İran ile ilgiliydi… 

Süzgün bakışlarla Hilary Clinton, sızıntının doğruluğunu kabul etti…Davutoğlu’ndan belgelerde adı geçtiği için özür diledi… … Belgelerde, Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu için kullanılan sözcükler ‘özel’ seçilmişti. ‘Çaktırmadan’ temenna içermekteydi..Yüzde 90 ABD karşıtı bir milletin hoşuna gidecek karşıtlıkta bir dizi iltifat tekerlemeleri… ‘tehlikeli’ ‘çalışkan’ ‘despot olmayan’ ve benzeri… 

İki buçuk milyon belgeyi ‘ele geçirmiş’ olan tiyatrocu bir ailenin yaramaz oğlu Julien Assange, 4 yıldır gizli belgeler açıklıyor. Şimdi dünyayı sarsacağı söylenen bilgiler hakkında, Avrupa ve Amerika’nın göbeğinde beyanatlar veriyor.. Dünyayı yönetmeye soyunmuş küresel çete izliyor, izlemekle kalmıyor, New York Times gibi, Der Spiegel gibi, Guardian gibi CNN gibi FOX gibi küresel sermayenin en baba organlarında SIZINTIYI reklam ediyor! 

Bu size garip gelmiyor mu? Dünyanın her hangi bir noktasında, ‘fazla’ ağzını açanı, derdest edip Guantanamo’ya kimbilir kaç yıllarca tıkıveren ‘intelligence’ (istihbarat) fareleri hangi delikteler ki! 

Assange bulunamıyor! Ama nette çarşaf çarşaf konuşmaları yayınlanıyor… 

Hillary süzgün, Obama sessiz ‘bilgileri’ teyid ediyor… 

Kafa karıştırıcı bu durum, ama Julien Assange aklıma nedense bir anda Kanada’dan başında kipasıyla belirip, açıklamalarıyla bilmem kaç kişinin hayatını karartan, ve aynı hızla karanlık köşesine çekilen Ergenekon tanığı Tuncay Güney’i getiriyor!… 

Siber dünyaya kelepçe’ 

NATO’nun yeni strateji belgesini nette bulabilirsiniz. Okuyun ve SİBER SAVAŞ bölümüne gelince durun. 

NATO ‘yeni stratejisi belgesinde’ ‘düşman’ olarak bir ülkeyi işaret etmedi. Ama ‘SİBER SAVAŞA’ hazırlandığını belirtti! 

Daha 1945’de 2. dünya savaşının hemen ertesinde Amerikan imparatorluğu, Ulusal Güvenlik Stratejisi için, ‘İDEOLOJİK TAARRUZUN , ATOM BOMBASI KADAR ETKİLİ OLDUĞUNU’ ifade etmişti. 

Bugün tüm dünyadaki basın yayın organları, gazeteler, televizyonlar, sinema sektörü Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyesi 5-6 ailenin elinde. Hemen hemen tüm dünya ülkelerinde aynı iğrenç yarışmalar, aynı evlilik programları, aynı gözetleme oyunları, aynı pornografik yayın, ve aynı tip diziler BEYİN UYUŞTURUYOR ve AYNI merkezden dünyaya yayılıyor. 

Tabii haberler de öyle… Amaç, tek tip haberle tek tipleştirilen bir dünya… 

Ama internet sınır ve sınırlama tanımıyor. Tüm önlemlere rağmen, çarpık bilginin yanında, DOĞRU bilgi de nette yerbuluyor. Ve yığınları özellikle de genç nüfusu dünyanın her yerinde etki altına alıyor…Örgütlenme ağları oluşuyor.. Küresel çeteye KARŞI bilgi akışı artıyor, muhalif bir internet ağı, diğerinin içinden filizleniyor! Çok daha önemlisi ulus devletler, kendi istihbarat ağlarıyla dezenformasyona karşı tedbirler geliştirebiliyor. 

İşte tehlike bu… Küresel efendiler bu gidişata da bir ‘DUR’ demeliler.. Ayrıca, dünyayı kalkan ve inen ağlarla örerken, siber dünyayı kontrol etmek zaruretindeler! 

Bunca ‘demokrasi’ vaveylası sürerken, siber dünyayı DENETLEMEK için gerekçe üretmeliydiler. 

Irak’a girmek için ‘kimyasal silah’ bahanesini bulan küresel sermaye, şimdi, siber dünyayı tamamen kontrol altına almak için WİKİLEAKS’i bahane edecekler.. … 


SİBER SAVAŞ’a karşı bilişim iletişim dünyasına vurulacak kelepçe, FÜZE KALKANI’yla ulus devletlere takılacak kelepçenin olmazsa olmaz şartı… 

2013de total denetim! 

Bakın 22 kasım 2010 da gazetelerde bir röportaj yeraldı: NATO Siber Savunma Birimi başkanı Süleyman Anıl adlı bir Türk vatandaşıydı. 

NATO’nun yeni stratejik konseptinden sözederken, çeşitli gizli servislerin siber saldırılarından yakınıyordu. Ve ‘yeni’ NATO’nun ‘ özellikle deniz yolları, enerji hatları ve sivil ağları koruyacağının’ altını çiziyordu. 

‘Sivil bilgisayar ağlarının korunmasında büyük açık var” diyordu . 

‘NATO’nun merkezi siber yönetim birimi Belçika’da. Bu ekip, siber güvenlikle ilgili saldırıları bilgisayar ağı üzerinden gözlüyor ve gerektiğinde müdahale ediyor. Örneğin İzmir veya Afganistan’daki soruna, oradakiler farkında olmasalar bile müdahale ediyoruz.’ diyordu… 

2013’e kadar NATO ve üye ülkelerin bilişim güvenliğine karşı sistem içine alınacağını söylüyordu… 

Türkiye’nin yeni tehdit algılamasını kabul ettiğini, ‘siber tehdidin’ kanunlara yansıyacağından ve kuruluşların denetime alınacağından sözediyor… Türk Silahlı Kuvvetlerinde siber tehdide karşı NATO denetimli bir birim kurulduğunu bildiriyor! 

Doğu’dan kopuk bir Türkiye! 

Küresel sermaye, ve ordusu NATO, düşledikleri Dünya hakimiyeti için adımlar atıyorlar. Benzer taktikleri kullanıyorlar…. Önce bir ‘tehdit’ belirliyor ardından belirlediği ‘tehdidi’ yok ediyorlar. 

Bilgi kirliliği yayıyor, toplumları şekillendiriyor, o bilgilere inanılmasını sağlıyor sonra hedefi vuruyorlar. Türkiye içinde dönendiği deli gömleğinden sadece doğudaki komşu ülkelerle elele vererek çıkabilir. Irak işgal altında. Geriye Rusya, İran, Suriye ve Azerbaycan kalıyor.. Türkiye’nin bu ülkelerle arasının bozulması gerekiyor… 

Sızıntılar Azerbaycan ve İran ile Türkiye ilişkilerini ‘dinamitleyecek’ detaylar veriyor… Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Müdürü Novruz Memmedov, daha ilk gün ‘belge’ adı altında ‘yalan haber’ servis edildiğini açıkladı. Ve çok önemli bir başka noktayı da vurguladı: 

‘Kazakistan’ın başkenti Astana’da, 1-2 Aralıkta düzenlenecek olan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) zirvesi öncesi belgelerin yayımlanması, uluslararası toplumda soru işaretleri oluşturma amaçlıdır!’ 

İşte bu nedenle, ekonomik ve psikolojik tetikçilerle karşılaşırız. Çok inandırıcı olabilirler.. Dikkatli ve en az onlar kadar akıllı olmak zorundayız! ABDli yetkililer Wikileaks’in sızıntılarının birçok asker ve sivilin yaşamını tehlikeye attığı gibi masum iddiaları tüm ekranlardan haykırırken, başta Assange olmak üzere sorumluların cezalandırılacağını ekliyorlar… Hayranlık uyandıracak kadar iyi bir senaryo… 

Tüm dünyayı aylarca konuşturacak kadar devasa bir dedikodu silsilesi, bir toz bulutu, bir uyutma uğultusu, çıplak gerçeği örten bir örtü! İçine serpiştirilmiş gerçek/doğru belge bilgi görseller inandırıcılık sağlıyor, ‘kavalcı’ arkasına takılan fareleri oyalarken senaryo hayata geçiyor! 

Son olarak, 4 yıldır çeşitli belgeleri kamuoyuna ‘sızdıran’ Assange’ın ödüllerini size hatırlatalım: Bu ödül vericiler, küresel çeteyle yakından ilişkili merkezler: 

Julien Assange 2008’de Economist Index’in ödülünü aldı. 2009’da Uluslar arası af örgütü Assange’ı ödüllendirdi.. 2010’da ödül şampiyonu haline geldi. Vietnam savaşında üstün hizmet gösteren CIA ajanı Sam Adams adına verilen ‘İstihbarat Ödülü 2010’a layık görüldü. Ardından, İngiltere’nin New Statesman dergisinin ‘Dünyanın en etkileyici 50 kişi listesinde, 23. sırada yeraldı., Utne Reader dergisi ise Assange’ı ‘Dünyayı değiştiren 25 kişiden biri’ ilan etti. 

Bitmedi. 12 Kasım 2010’da küresel efendilerin gözde dergisi Time magazin Julien Assange’ı “person of the year, 2010″ (2010 Yılın adamı) seçti. 

Ve son olarak Pentagon’dan bilgi sızdırarak üne kavuşan emekli istihbaratçı ve eski Rand Corporation analisti Daniel Ellsberg, ‘Assange, gizlilik kurallarını altüst ederek aslında Amerikan demokrasisine hizmet ediyor!’ dedi. Ve ekledi: ‘Bu sızıntılar, milli çıkarlarımızı hiçbir şekilde etkilemezler!’ 

‘İyi geceler ve iyi sabahlar!’ 

KAYNAK: İLK KURŞUN 

28 Kasım 2010 Pazar

BURASI ANADOLU UNUTMA BİZİ!


Ömer Öndeş 
08 Kasım 2010 

Sivil toplum. Sosyal sorumluluk. Genç nesil. Çağdaş, özerk üniversite. Sonuna geldiğim üniversite yaşantımda özellikle en fazla kullandığım kelimelerdendi bunlar. Üniversite yıllarında heyecanla atan kalbimin, işletmeye çalıştığım aklımın en aydınlık köşelerine nakşedilmiş kelimelerdi. Bu sorumluluk ve anlayış ışığında ilkesel olarak benimsediğim kulüplerde ayrımsız/sınıfsız/imtiyazsız/cinsiyetsiz/omuz omuza kardeşçe yapmaya çalıştığımız onlarca projede alevisinden kürdüne başörtülüsünden ateistine bir çok insanla çalıştım. 

Mutluydum, bu ülkenin çocuklarına/gençlerine sosyal sorumluluğumuzun gereği olarak yardım etmek, onlara kendi elimizden geldiği kadarıyla "daha iyi bir Türkiye" bırakmaktı amacımız. 

Öyle olmadığını öğrenmek fazla uzun sürmedi. 
Sözde Atatürkçü rektörlerin sosyal sorumluluk için bir araya gelen insanlara bile üniforma biçmeyi marifet bildiklerini öğrendim. 

İsminin önünde Prof. Dr. bilmem ne yazan kadın/erkek akademik cahiller kulübünün, kulüp toplantılarına girmek için başınızı açacaksınız darbesini öğrendiğimde, bu darbeyle gözyaşları içerisinde beni arayan arkadaşıma ne diyeceğimi bilemedim. 

Askerin süngüsüyle hizaya giren "Bilim Adamları"nın rektör olduğu bir ülkede, aynı adamların siyasi iktidarın yükselen gücüyle yeniden hizaya girmeleri karşısında hiç şaşırmadım doğrusu. 

Ama unutmadım o günleri. 
Şimdi derslere bile türbanla girilirken, dün kulüp toplantısına girmeye bile izin verilmeyen bir ülkede yarın zoru görünce eskiye dönülmeyeceğinin garantisi olmadığı/olamayacağı için unutmadım. 

Bu ülkedeki sivil toplum hareketlerini dahi kendi tekellerinde gören sarı kafalı, eli sigaralı sözde elitleri, o elitlerin damarlarında mavi kan akan çocuklarını ve o çocukların benim arkadaşlarıma yaptıklarını unutmadım, unutmayacağım ve unutturmayacağım. 

Dün gazete kuponuyla evine eşya alanların iktidar eliyle zenginleştikten sonra özel üniversitelerde çocuklarını nasıl okuttuklarını laf olsun diye soranların, Anadolu'dan binbir güçlükle okumaya gelen kızları ikna odalarına kapattıkları o karanlık günlerin utancını unutmayacağım. 

Oğlu dağda it sürüsüyle savaşırken, başörtülü/türbanlı annesini orduevlerine almayanları unutmayacağım. 

Oğlu askerden dönüp dönmeyeceği meçhul bir ananın vatan sağ olsun demesine rağmen, oğlunun yemin törenine laik cumhuriyet ilkesine binaen içeri alınmadığını unutmayacağım. 

Görüntüyü bozduğu için oğlunun cenazesinde kameraların objektifinden kaçırılan şehit anasının "ne yaparsın oğul kaderde bu da varmış" diyen bakışlarını unutmayacağım. 

Oğlun/kızın neden şu dershaneye bu okula gidiyor diye babaları sorgulanan/fişlenen çocuklar için unutmayacağım. 

O köylü/Anadolulu/ mahçup, boynu devlet karşısında kıldan ince şehit anaların babaların hakkı için unutmayacağım. 

Ölümü/utancı/gözyaşını/sefaleti/geri kalmışlığı/köylülüğü anadolu toprağına ve o toprağın insanına kimlik gibi yapıştırıp, utanmadan bu ülkenin bütün kaynaklarından hoyratça nemalanan asker/sivil bürokratları asla ama asla unutmayacağım. 

Şehit cenazelerinde "devlet sağ olmasın" çığlıkları yükselirken başımı çevirip baktığımda o anadolu kadınının yüzünü göremeyeceğimi bilmenin utancını bana yaşattığınız için unutmayacağım. 

Sağlık karnesindeki fotoğrafı başı kapalı olan teyzeme hizmet vermeyen çağdaş/Hipokrat yeminli doktorları, o doktorları yetiştiren zat-ı muhteremleri unutmayacağım. 

Unutmayacağım bu ülkenin dindar/muhafazakar anadolu insanına kendi koltuklarınızı/imtiyazlarınızı korumak için kutsallık atfettiğiniz rejim adına yaptıklarınızı. 

Kutsallık atfettiğiniz bütün değerleri Yemen'den Çanakkale'ye, İnönü'den Sakarya'ya savaşarak kazanan ayağı çarıksız, omzu silahsız dedelerim, ninelerim adına unutmayacağım. 

Siz bu utançla, biz bu hafızayla anadolu toprağında yaşamaya devam edeceğiz ama siz küstahça yüzümüze üflediğiniz sigaralarınızı söndüreceksiniz bir zahmet. Artık sizin dumansız hava sahanız değil bu cumhuriyet. 

Geçti o günler efendiler. 
Ama zannetmeyin ki biz, altında dabbetülarz jipleriyle (bu tabir Ali Bulaç'a aittir) Reina kapısında gördüğünüz sosyetik islamcılardanız, onlar olsa olsa sizin ideolojik muadiliniz olur. 
Bizler iyi eğitim almış, sosyal, siyasal ve kültürel gelişmişliğiyle toplumsal yaşamın her alanında yer alan dün tuu kaka yaptığınız, gerçekten hakkaniyete secde eden ve 150-200 yıldır kendi mülkiyetinizde gördüğünüz herşeyin ortağı ve sahibi olan iyi çocuklarız. 

Siz tanımazsınız bizi, korkuyla baktığınız için görmezsiniz. Aslında hep ordaydık ve orda olacağız. 
"Rejimi" korumak bahanesiyle tükettiğiniz kepekli ekmeklerin ekindeki çiftçisiyiz. 
Refah ve güven içinde oturduğunuz lüks evlerinizde led ekranlarınıza 2-3 saniyelik yansıyan bir dağın tepesinde nöbetteyiz. Biz Erzurum'da Karabekir'in, 26 ağustosta Malazgirt'te Alparslan'ın, yine bir 26 ağustosta M. Kemal'in inançlı ve kararlı askerleriyiz. 

Biz anadoluyuz, ya siz? 

http://www.mizikacilar.com/Makalem.aspx?ID=80

23 Kasım 2010 Salı

Füzeyle kalkan zararla oturur




Yılmaz ÖZDİL

23 Kasım 2010


Bize kalkan döşeyeceklerdi.

Yumruğumuzu masaya vurduk...

Bize kalkan döşüyorlar.

*

“İstediğimizi aldık” dedikleri, bu!

*

İzmir’den bas marşa, Bornova’dan Ankara asfaltına vur, Kemalpaşa’ya varmadan, sağda tabela göreceksin, Kavaklıdere Köyü, dal ordan, köyün içinden geç, devam et, ormana girer girmez, “dur hemşerim” diyecekler sana, bariyer var, askeri bölge, forbidden zone, girilmez, her yer kamera... Yemyeşildir aslında, şırıl şırıl dereler filan, pek beğendin diyelim, fotoğraf çekmeye kalk, drannn diye vururlar! NATO’nun “Savaş Karargâhı”dır orası çünkü.

*

Şubat 1952’de NATO’ya girdik, sadece 7 ay sonra, NATO buraya girdi.

*

Orman içinde vadi, çitlerle çevrili, tel boyu bizim askerler nöbet bekliyor, uçaktan baktığında bile üç-beş bina görürsün, hepsi o... E karargâh nerede? Dağın altında... Dağın altını oydular, içi şehir gibi, nükleer saldırıya dayanıklı, birkaç yıl yetecek kadar yiyecek stoku var, spor salonları, atış poligonları var; dağın içinde otomobille dolaşabiliyorsun, galerileri o kadar geniş, asansörler ve kapılar sensörlü, kimlik kartın yoksa geçebilmen imkânsız, gazeteci olarak izin aldığında bile bazı bölmelere girebiliyorsun, fotoğraf-video yasak, anca anlatılanı dinlersin, komuta merkezi ekran denizi, uzay filmlerindeki gibi, gökyüzünü tarayan radarları boşver, İzmir limanının derinliklerini, akıntılarını gösteren zemin haritası bile var.

*

Ve, füze deposu.

*

1962’de, Küba krizi çıktığında, Amerikalılar nükleer başlıklı Jüpiter füzelerini yerleştirmişti buraya... Fotoğrafları var. O dönemde burada görev yapan Amerikalı subaylar hatıra pozu vermiş, kişisel internet sayfalarına koydular, oradan haberimiz oldu... Türk halkının ruhu bile duymamıştı ama, İzmir’e yerleştirilen nükleer füzelerin üzerinde Türk bayrağı var!

*

Peki sonra? “Kriz bitti, merak etmeyin, hepsini söküp götürdük” dediler...

Yersen artık.

*

Büyük ihtimalle, bana göre yüzde yüz, kalkan denilen dalga motorun merkezi burası olacak.

*

“Ne malum?” derseniz... İzmir’deki Amerikan konsolosluğu kapatıldı, İzmir’deki Amerikan üssü kapatıldı ama, iki senedir, ha bire Amerikalı subay taşınıyor İzmir’e... İzmir’de görev yapan Amerikalılar, er olurdu, astsubay olurdu, askeri polis olurdu, bunların hepsi subay...

*

Sizce niye?

*

İş öyle hale geldi ki, Şirinyer’deki NATO lojmanlarına sığmıyorlar artık... 2 bin 200 dolar kira yardımı alıyorlar. Bornova ve Urla’da, kapalı garajlı, site villaları kiralıyorlar... Seferihisar’da üs kurulacağı yolunda şehir efsanesi var. Ancak, böyle bir emare yok. Henüz kazma bile vurulmadı oralara... Kavaklıdere Köyü’nün trafiği ise, vızır vızır.

*

Demem o ki, istediğimizi aldık filan, hikâyedir... Goygoycu manşetlerle uyutuluyor Türk halkı, fikrini soran eden yok... Bugünün işi değil çünkü bu, neredeyse iki senedir yürüyor proje.

*

Bir de matrak boyutu var tabii... ABD Ankara Büyükelçiliği nerede?

Kavaklıdere’de!

*

Alışkanlık olsa gerek... Devamlı Kavaklıdere’den döşüyor mübarek.

Hürriyet

21 Kasım 2010 Pazar

"Devrim bankalardan paraların çekilmesiyle başlatılabilir.''

 
21 KASIM 2010                
Manchester United'ın eski yıldızı Eric Cantona, ekonomik ve sosyal devrim çağrısı yaparak, 'kansız devrimin' bankalardan başlayabileceğini söyledi.

Observer'de yayınlanan habere göre, Cantona, Avrupa'da sokaklara çıkmaya hazırlanan öğrenciler ve kamu çalışanlarına daha gelişmiş eylem tavsiyelerinde bulundu.

İngiltere'de futbol oynadığı dönemde 1995'te bir rakip taraftarın ırkçı tepkisine tekmeyle yanıt verdiği için dokuz ay futbol oynama cezası alan Cantona, eylemcilere bankaları hedef alın diyor.

Cantona, zaman zaman siyasete ilişkin görüşlerini de ortaya koyan eski bir futbolcu.

Fransa'da yayınlanan bir gazete için filme de alınan bir mülakat veren yıldız, döviz, pankart ve sloganlarla düzenlenen eylemleri ''modası geçmiş'' olarak niteliyor.

''Bunun yerine'' diyor Canton, ''bankalardan paralarını çekerek ekonomik ve toplumsal devrim gerçekleştirilebilir.''

Cantona mülakatında şöyle devam ediyor:
''Çevremizde bu kadar sefalet varken mutlu olamayız. Yapılması gereken şeyler var. Bugünlerde sokaklarda olmanın, gösteri yapmanın anlamı nedir? Böyle yaparak kendiniz kandırırsınız. Devrim gerçekten çok kolay bugünlerde. Sistem ne? Sistem bankaların iktidarı üzerine kurulmuş, o zaman bu sistem bankalar üzerinde imha edilmeli.''

''Bu da üç milyon insanın ellerinde pankartlarla sokağa çıkıp, doğru bankalara giderek paralarını çekmesi, bankaların da çökmesidir. Üç milyon, on milyon insan, bankalar çöker, ortada bir tehdit de yok, kan da. Alın size devrim.''

Planın çok karmaşık olmadığınıve birilerinin kulak vermek zorunda kalacaklarını kaydeden Canton, ''Sendikalara zaman zaman bizlerin tavsiyelerde bulunması gerekir'' dedi.

Observer, Cantona'nın çağrısının ilgi gördüğünü ve hızla yayılmaya başladığını belirterek, video kaydının youtube'da bir anda 40 bin kişi tarafından izlendiğini yazdı.

Habere göre, ''bankaları durdurun'' adlı bir grup da 7 Aralık'ta bankalardan paraların çekilmesi için kampanya başlattı.

Şimdiye kadar Fransa'da 14 bin kişinin paralarını bankalardan çekme taahhünde bulundukları da haberdeki ayrıntılardan.

Facebook'ta da ilgi gören kampanya İngiltere'ye de yayıldı.

BBC Türkçe 



                                            
HOCAEFENDİ ŞEHADETSİZ GİTTİ!
Fatma Sibel YÜKSEK
19.11.2010

Sonda söylenmesi bekleneni baştan söyleyelim:
Bu film düpedüz bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Bazılarının haklı bir şekilde dikkat çektiği gibi bir "dinlerarası diyalog filmi" bile değildir. Anlaşılan o aşamayı geçmiş bulunuyoruz; New York'ta Beş Minare, açık bir hıristiyanlık propogandasıdır.

Dinlerarası diyalog, "Hepimiz aynı Tanrı'nın çocuklarıyız" şiarıyla Müslümanlığı, hıristiyanlığın içinde eritmeyi amaçlayan mega emperyalist bir projedir. Gelinen noktada, bu projenin önemli ölçüde başarılı olduğu, sıranın müslümanları hristiyanlaştırmaya geldiği anlaşılmaktadır...

Dikkat edilirse, AKP'ye ve Gülen cemaatine bağlı gazetelerin "sinema yazarları" dikkatleri filmin mesajlarından çok "Halk çocuğu Mahsun'u küçümseyen sanat elitleri" sorununa çekmeye çalışıyorlar.

Onlara göre milletin bağrından kopan ve bütün engellemelere karşın dişiyle tırnağıyla kazıyarak kendisini kanıtlayan Mahsun Kırmızıgül, yeni bir Yılmaz Güney efsanesi olarak parlamaktadır.

Bütün her şeyi ele geçirdikleri ve dünyanın sayılı zenginleri arasına girdikleri halde bu "eziklik" edebiyatından vazgeçmiyorlar. Rantı var çünkü; siyasette olduğu gibi sinemada, futbolda, edebiyatta da...

Oysa ne Mahsun Kırmızıgül ezik halk çocuğu, ne de onu küçümsemeye çalıştığı varsayolan "elitler" elittir...

New York'ta Beş Minare filminden anlaşıldığı üzere Mahsun Kırmızıgül'ün elinden tutanlar tutmuştur. Tarih, özellikle de bizim coğrafyamız, küresel elitler tarafından elinden tutulan "ezik halk çocukları" ile doludur. İngiltere Kraliçesi'nin elinden şövalye nişanı bile aldılar! Mahsun Kırmızgül'e de bir Oscar ödülünü çok görmesinler artık...

Bu film bir hıristiyanlık propogandasıdır;

Kafalarımıza "gerçek müslümanlığın timsali" olarak kazınmak istenen Hacı Gümüş tiplemesinin aile yaşamı ve savunduğu fikirler bakımından müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kırk yıllık karısı boynunda haçla gezmektedir ve Hacı Gümüş eşini bırakın Hak dinine davet etmeyi, bu durumu sürekli "Hepimizi aynı Allah yaratmadı mı" diyerek kutsayıp durmaktadır.

Hacı Gümüş'e göre bir Allah vardır, bir de insanlar. Dinler, özellikle müslümanlık yoktur. Herkes Allah'la kendince bir bağ kurmakta, buna da "din" denilmektedir. Oysa herkesin karısı boynunda haçla gezse, kızı kilisede nikah kıydırsa ne güzel olacaktır!

Haydi karısını Müslüman yapmayı başaramamış diyelim, kızını da müslüman yapamamıştır bizim Hacı...Zaten bu durumdan şikayetçi de değildir, bilakis o böyle mutludur. Torunlarının hangi soya mensup olacağını bile merak etmemekte ve bizlere de bu hibrit hayatın güzelliklerini anlatmaktadır.

(Kızı "jasmin"in hangi dini tercih ettiği tamamen muğlak bırakılmıştır. Hristiyan bir gençle evlenmesine ve kilisede nikah kıydırmasına bakılırsa annesinin dinine daha yakın durmaktadır).

Hacı Gümüş'ün sık sık tekrarladığı üzere hepimiz Allah tarfından yaratılmışızdır, ondan gelip ona gitmekyetizdir; o zaman ne önemi vardır hangi dine mensup olunduğunun? Önemli olan, "büyük buluşma" olduğuna göre geriye İsa Mesih'in gökten inip hepimizi hıristiyanlığın şemsiyesi altına davet etmesini beklemekten başka ne kalmıştır?

İslamiyetin kadın-erkek mahremiyeti bakımından kesin olarak yasakladığı davranışlar da Hocefendi'nin karısına ve kızına mübahtır nedense.

Örneğin, Hocaefendi'nin karısı, New York'lu müslüman lideri canlandıran Danny Glover ile sık sık sarmaş dolaş olmakta, hatta Hacı'nın İstanbul'da serbest bırakılması üzerine yanak yanağa öpüşebilmektedir!

Hayır, bizce bir sakıncası yok da "Hocaefendilik" mertebesine erişmiş bir muhteremin nikahlı karısı (hıristiyan bile olsa) kocasının gözü önünde yabancı bir erkekle sarılıp öpüşebilir mi?

Hacı Gümüş der ki:

"Öpüşür"

Niye?

Çünkü, hepimizi aynı Allah yarattı!

(..)
......................

Filmde, bağnazlığın ve önyargının ister hıristiyanlıktan, ister İslamiyet'ten gelsin "kötü bir şey" olduğu vurgulanmaktadır. Hıristiyanların, müslümanlar konusundaki ön yargılarının miladı 11 Eylül'dür nedense.. Bu olayla birlikte bütün müslümanların terörist olduğuna inanmaya başlamışlardır, yoksa tarihte hâşâ böyle bir bakış açıları vâki değildir.

Özünde iyi insanlardır aslında, Müslümanlara saygılıdırlar. Evet, 11 Eylül'le birlikte bir önyargı sahibi olmuşlardır ama bizimkiler gibi işi domuz bağı yapmaya kadar götürmemekte, en fazla camiye ayakkabı ile girme nezaketsizliğini göstermektedirler. Belki bu davranışı bile hoş görmek gerekebilir, ne de olsa camiyi basan FBI şefi, kardeşini İkiz Kuleler'de kaybetmiştir...

Hristiyanların en kötüsü mavi gözlü FBI şefi gibi olurken, Batman'da yakalanan Hizbullah liderini canlandıran oyuncunun tipine baktığımızda; bizim müslümanlarda tipsizlik, cehalet ve kötülüğün haddi hesabı olmadığını görürüz (!)

İşte bu tipsiz ve de cani insanlar sayesindedir ki hıristiyan dostlarımız İslamiyet hakkında yanlış kanaatler edinmektedir. Oysa herkes, Hacı Gümüş gibi birer çantada keklik, birer kucakta karpuz, birer "our boys" olsa nasıl da mutlu olacağızdır!

Bu filmi çekenlere göre 11 Eylül'den doğan küçük bir önyargı dışında hıristiyanlığın hiç bir kusuru yoktur. Buna mukabil, Müslümanların arasında gani gani sapkın, terörist, cani kol gezmektedir. Zaten Irak'ta filan öldürülenler de bunlardır canım, yoksa namazında niyazında müslümanlar değil..

Filmin pek övünülen görselliğini Hollyood'tan ünlü bir görüntü yönetmeninin ücret mukabili gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Helikopterle gökdelenler üzerinden yapılan çekimler, Polis Akademisi yemin töreninde binlerce kişinin aynı anda topuk selamı vermesi, Ali Sürmeli'nin yaptırdığı zikir ayinleri vs. gibi sahneler "görkemliydi" ama yine de klasik Amerikan filmi sahneleriydi. Hizbullah evlerine yapılan baskın sahneleri de başarılıydı.

Türk sinema ve tiyatrosununn bütün tecrübeli oyuncuları seferber edildiğine göre oyunculuğun da başarılı olduğunu söylemeliyiz. Hacı Gümüş'ün daha ilk cümlesinde suçsuzluğuna iknâ olup "yavşamaya" başlayan Mustafa Sandal da, asosyal Türk Polisi tiplemesi Mahsun Kırmızıgül de oyunculuk mesleğinden gelmemelerine rağmen iyiydiler.

Hacı Gümüş'ün Bitlis'teki anasını canlandıran Suna Selen'in yüzündeki botoks ve operasyonla kaldırılmış kaşları, iyi oyunculuğa gölge düşürdü.

"Bilindiği gibi AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemizde artık işkence yapılmıyor olup insan hakları alanında önemli adımlar atılmıştır" gibi replikler ise tek kelimeyle utanç vericiydi. Neredeyse, "AB'den sorumlu Devlet Bakanımız Egemen Bağış, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor olup, kendisini en yakın zamanda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda görmek en büyük arzumuzdur" bile diyeceklerdi...

FBI'ın elinden operasyonla terör şüphelisi alabilecek kadar organize bir gücün başında bulunan şahsın sadece, "Buban gurban olsun sağa yavrıııımmm" deyip ağlayan sıradan bir "baba yüreği" olduğuna inanmamız da istenmiştir ki bu konuda "Aptal olduğumuza ilişkin vardır bir bildikleri" demekten başka bir yorum yapamıyoruz...

Film boyunca yanlış anlamalara meydan verebilecek bütün durumlar düzeltildi. Örneğin Fırat gibi dindar bir aileden gelen bir polis, normalde Hacı Gümüş'ten bu derece nefret edebilir miydi? Tabii ki edemezdi ve nitekim bu nefretin sebebinin bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı. Mahsun, babasını Hacı Gümüş'ün öldürmediğine hemencecik iknâ oldu ve Hacı'nın "eceli" modundan, Hacı'nın bodyguard'ı moduna geçiverdi...

Mantık çelişkileri hayli vardı. Örneğin, polis Fırat'ın babası 1973 yılında öldürüldüğünde Hacı Gümüş, en fazla 13 yaşlarında bir çocuktur. Dolayısıyla, Fırat'tan en fazla on-on iki yaş büyük olabilir. 1973'te 12 yaşında olduğuna göre 1961 doğumlu demektir. Oysa Hacı Gümüş Fırat'a "oğlum" şeklinde hitap edebilmektedir. Haluk Bilginer'in oynadığı Hacı ayrıca en az 60 yaşlarında bir adamdır.

Yanyana hücrelere konulan Hacı Gümüş ile "Deccal" olarak yakalanan Hizbullah lideri arasındaki fark; veresiye veren bakkal ile peşin alan bakkal arasındaki farkı resmeden esnaf afişi gibiydi. Bak Ali Bak. İşte Gerçek Müslüman...Ali Bak Ali. İşte Pis ve Terörist Müslüman!

Filmin en önemli sahnesi, Hacı Gümüş'ün polis Fırat'ın dedesi tarafından öldürüldüğü sahnedir. Ölmeden önce geçmişteki menfur olayla yüzleşmeye ve de karısını ve kızını (nedense) polis maaşından başka geliri olmayan (üstelik yeni tanıdığı -ve de üstelik -karısı ve kızının hiç de böyle bir ihtiyacı yokken) Fırat'a emanet etmeye vakit bulan Hacı, şehadet getirmeyi aklına getirmemiştir.

"Nasıl olsa aynı Allah'a gitmiyor muyuz"

diye düşündüğünden ölmeden önce şehadet getirmeyi gereksiz buldu belki de... 



http://entellektuel.s4.bizhat.com/viewtopic.php?t=3278&mforum=entellektuel